28 Eylül 2012 Cuma

Benimki...(alıntı)


1995-1996 ogretim yili benim icin cok heyecanli baslamisti. butun yaz okullarin acilmasini mutlu bir telasla beklemistim. cunku, merkezi olmasina ragmen ‘kenar mahalle’ okulu denebilecek mutevazi bir ilkokulu bitirmis, sehrin tek anadolu lisesine girme hakki kazanmistim o yaz. bu, kucuk bati anadolu sehrinin eski bir mahallesinden olusan dunyam buyuk degisimlere hazirlaniyordu; birincisi okul sehir disinda sayilacak bir yerdeydi ve belediyenin ozel olarak okul ogrencilerine ayirdigi koruklu otobuslerle gidiliyordu ve daha onemlisi, bu okul sehrin en basarili cocuklarinin ve nispeten elit kesimin kafasi calisan cocuklarinin bir arada oldugu, sehir dahilinde gayet seckin bi okuldu. hem sosyal, hem de cografi olarak dunyam buyumeye ve cesitlenmeye baslamisti. haliyle hem cok heyecanli, hem cok mutlu, bir o kadar da saftim.

bu arada, cevremle birlikte ben de bir degisim surecine; ergenlige girmek uzereyim, elim kulagimda ama bildigin cocugum. kisa boylu ve zayif bi cocuk ustelik..ceket ve kravata alismaya calisan minik bir ilkokul ogrencisi gibi gorunuyorum iste.

evimizle otobus duraginin arasi da epey var. her sabah, yaklasik 20 dakika kadar yürüyorum ve otobüse biniyorum. bu otobuste de sadece ortaokul kismi var, lise kisminin giris cikis saatleri farkli oldugundan baska bir otobusle gidip geliyorlar. her neyse, kalkis duragindan biniyorum otobuse ve hemen sonraki duraktan binenler arasinda da biri var, ozel biri iste.
bu ozel biri benden tam 3 yas buyuk bir 8. sinif ogrencisi. babamin annemden 1 yas buyuk olmasi, cocuk aklimla kadin erkek farkinin 1 yas olmasini zorunlu sanmama sebep olmusken, ustelik bu hatun da benim icin “abla” olmasina ragmen, hic olmamasi gereken oluyor ve benim bu yeni dunyamdaki ilk askim basliyor. fakat, ben cok masumum bu hikayede. hic sucum gunahim yok; o baslatti:

okul acildiktan, yaklasik 1 ay sonra farkima vardi ve ondan sonra her gun ayni rituelle gittim okula. otobuse biniyordum, 4 dakika sonra hemen sonraki duraktan bir grup arkadasiyla birlikte otobuse biniyordu. hemen yanima gelir, otobusun neresinde olsam beni bulur, saclarimi dagitir, yanaklarimi sikardi. yanindaki arkadaslarina “bitiyorum buna ya” derdi, duzenli olmasa bile haftada bir kez de yanagimdan operdi. bazen beni gorememis gibi yapip, arkadaslarina “benimki nerde ya, okula gelmiyor mu bugun” diye sorardi, hemen kafami uzatip kendimi gosterirdim ve o da bunu beklermiscesine yanima gelip yine yanaklarimi sikar, saclarimi kafamda portakal sikma hareketi ile dagitir, makas alirdi, “benimkiiiii” diye minciklardi beni. onun bu ilgisi, benim asik olmam icin yeterliydi. guzellik anlayisimla idrak edebilecegim en guzel seylerden biriydi. mavi gozleri, beyaz teni, hafif yuvarlak yuz hatlari, simsiyah ve canli saclariyla blendax guzeli tadindaydi.
imkansiz bir aska dusmus olmanin hakli dramiyla her sabahi iple cekiyor, otobus yolculugu hic bitmesin istiyor, okula gelmedigi gunler kahroluyordum. uc ay boyunca bu boyle surdu. bir gun ingilizce dersinde anne ve babanin yasini soran bi alistirma yapilana kadar son derece emindim kadinin buyuk olamayacagindan. iste, sinifimizdan bir ogrencinin annesi babasindan buyuktu. bu kadar guzel bir haber almadigimi dusunmustum o an. sandigim kadar imkansiz degildi, daha once yapilmisti, biz de yapabilirdik. derste olmasak ayaga kalkip zip zip ziplayabilirdim sevincten. hamamdan firlayip kosturan arsimed’i bugun dahi gayet iyi anliyor olmamin sebebi bu basit alistirmaydi.

ertesi sabah konusmayi da kafama koymus bir halde gunun bitmesini bekledim. gece heyecandan uyuyamadim. bekledigim sabah geldi, otobuse bindim ve sonraki duraktan o da bindi. yine her zamanki gibi yanima geldi “gunaydin benimkii” dedi, saclarim dagitildi, yanaklarim minciklandi ve beni optu yine. “evet, o da beni seviyor”. minik kafamda hicbir suphe yok: “bu cocuk sevme olamaz, bu kadar uzun surmez, resmen asik bana, baksana optu kokladi yine firsattan istifade” diyorum. “hem benden buyuk ya, onun buyuk olmasinin sorun olmadigini coktan ogrenmistir, yine de ilk hamleyi benden bekliyordur” diye dusunmekten de geri durmuyorum. fakat, otobus cok kalabalik, ogle arasinda soylemeyi daha mantikli buluyorum. icim icimi kemirerek geciriyorum dersleri. ogle arasini duyuran zille, yemekhaneye kosan cocuklarla birlikte, ben de bahcede onu yalniz yakalama umuduyla deli danalar gibi kosuyorum ve sansim yaver gidiyor; kisa bir aramadan sonra bir bankta tek otururken yakaliyorum onu. bin küsür ogrenci, kocaman bir bahce ve fakat onu tek basina bulabildigim bir bank..sans da benim yanimda, olacak bu is..
oturdugu bankin tam karsisina dikildim, beni gorur gormez yuzunde kocaman bi gulumseme oldu, “aa kim varmis burda” dedi, sacimi oksadi. “kadin buyuk olunca boyle aga, sacimizi falan sevdiricez, nasip” diye dusunuyorum, ancak dudaklarimi aralayamiyorum; terlemeye basladim, avuclarim ter icinde kaldi derken cozuldu dizlerim, adim atmaya calissam yere duserdim. bir seyler soylemeye calistigimi anladi, dinlemek ister gibi kulagini cevirdi ve gozlerimi kapatip: “benimle cikar misin” deyiverdim.

“hiii, kiyamam..sen beni seviyo musun simdi?” dedi. kendimden emin, “evet” diyebildim. “gel buraya yaa” deyip sarildi bana ve ekledi: “ben de seni seviyorum kucuk capkin” dedi. sozleri kafamin icinde yankilaniyor, o da beni seviyor, dunyalar benim. icimden lambada yapiyorum ancak beni tutmasa, bana sarilmasa yerdeyim, dizlerim tutmuyor heyecandan. “cikalim di mi biz, benimki? catlasin millet?” dedi, “hi hi” diyebildim..

“gel o zaman benimle” deyip elimden tuttu ve el ele yurumeye basladik. 170ten fazlaydi onun boyu, bense 155 civarindayim ama babam uzun: 184, ben de uzarim daha, gecerim onu, kafam rahat. yine de dik yurumeye kasiyorum, ah bu kadar uzun olmasaydi iyiydi. bir miktar yürüdük ve güvenim yerine gelmeye basladi. kesin beni arka bahceye goturuyordu, oha kesin cok opecekti beni. tekrar bir heyecan dalgasi dizlerimi zorlamaya basladi.

hakikaten de arka bahce istikametinde yuruyorduk. bir anda durduk basketbol sahalarinin yaninda. “bak” diyerek egildi kulagima, eli elimde ama hala: “orda, simdi top elinde olan cocuk var ya, o benim sevgilim..” dedi, gozlerim doldu. agliycam, aglayamiyorum. bagiricam, kizicam; beceremiyorum. elimi cektim usulca. “ben seni cok begendim benimki, hos cocuksun ama simdi cok kucuksun, hem bu cocuklar duyarsa rahatsiz ederler seni, kimseye anlatma sen, uzulme de sakin” dedi, beni optu ve yurumeye basladi. arkasindan bakmak yerine, nefret, sinir ve kahir icinde basket oynayan cocuklara bakakaldim. bir sure sonra, oylece kaldigimi fark etmis olacak ki geri dondu, “gel buraya” dedi, yine elimden tuttu, cekistirdi resmen. gittim caresiz. baska bi banka oturduk: “bak” dedi “benim sevgilim benden buyuk..bu yaslarda, senin buyuk olman lazim..hem daha dur, okula neler gelir” 

fakat, ben teselli edilecek halde degildim, sadece “istemem” diyebildim. guldu yine, sacimi oksadi. “tamam o zaman..beklerim diyor musun” dedi. sorulacak soru muydu, tabii ki beklerdim. kafami salladim onaylar sekilde. yine guldu: “tamam, universiteye geldiginde, bu farkin bi onemi kalmaz, o zaman tekrar deneyelim, tamam mi” dedi. daha 7 yillik okulun ilk yilindayim, temiz 7 sene var dedigine ama cok seviyorum, tamam dedim. “uzulme sakin, zaman cabuk geciyor” dedi, elimi birakti ve kalkti gitti. 

yemek arasi bitene kadar, o bankta oturdum oylece, bos gozlerle bahcedekileri izledim.
o gunden sonra, otobuste hic opmedi beni, yanagimi da sikmadi, sacimi da oksamadi. sadece beni gordugunde elini kaldirarak selam verdi, goz kirpti. oturdugum koltuktan arkada bir yere giderse de yanimdan gecerken egilip “benimki” diye fisildadi.

ikinci donem de bu boyle devam etti ve ortaokul bitince, bizim liseden ayrilip baska okula, bir fen lisesine gitti ve ben o basketbol oynayan cocukla 2 sene daha okudum
.
adini hic hatirlayamadim. gozlerini, elimi tutusunu, beni optugunde kalbimin nasil carptigini hatirlamama ragmen, adini hatirlayamiyorum. hatirlasam bulmaya calisacagimi sanmiyorum ama nerede oldugunu, nasil oldugunu da ara ara dusunurum.
itiraf kismi da “sen kimseye soyleme” dedigi seyi 15 sene boyunca gercekten kimseye anlatmamis olmamdir, bu da boyle bi animdir efendim.
        (darkly dreaming, 20.08.2011 00:38 ~ 15:19)

18 Eylül 2012 Salı

Sıkıntılı Bir Günsonu


İçtiğim çayda, gezdiğim sokakta hissettiğim yalnızlık. Başka hiçbir şey değil. İnsanları anlıyorum. Kitapta da dediği gibi “Yolun sonuna doğru haklı çıktı Dostoyevski.” Zaten haklı çıkmasa bunca zaman klasikler arasında nasıl yer alsın? Haklı tabi. Elimi uzatsam yıldızların bir kaçını yere indireceğim. Yalnızlığımı yanıma alıp gezdiriyorum. Onu en çok gittiğim meyhaneye götürüyorum. Biraz pahalı bir yer, sadece çok olunca gidiyorum. Onunla otobüs bekliyoruz. Beklediğimiz otobüs geliyor ama durmuyor. Dolu. Tıka basa dolu. Sanki tüm insanlar bir anda bizim gitmek istediğimiz yere akın akın gidiyor. Yalnızlığın sessizliği bunaltıyor. Bunaldıkça daha çok batıyorum. Gözlerimin altı mosmor. Çürümüş gibi, dayak yemişim gibi. Sanki nereden geldiğini bilmediğim bir yumruk gelip yerleşmiş gibi. Öyle saçma, öyle düzensiz. Hayatım da düzensiz dağılımlar gösteriyor. Uyku düzenim yok, okuma düzenim yok, çalışma düzenim yok, yemek düzenim yok. Buna rağmen, bir şekilde hayatta kalabiliyorum. Sonra yalnızlığımı bırakıp onunla geziyorum. Düzenli olarak yaptığım tek şeyi yapmaya, banklarda oturup bira içmeye götürüyorum. Yıllar sonra o bankı tekrar gördüğümde hatırlayacağım onu orada öptüğümü. Şuan henüz öpmedim, bilmiyoruz. Denizin köpüren sonsuzluğunda gözlerimiz kayboluyor. Aynı banka, ayrı kişileri düşlüyoruz. Yaşam olağan seyrinde devam ediyor.
Hayır etmiyor.
“Her anı ölüdür.” demiş yazar. Ben de etkileniyorum. Sonuçta o da Pavese’den, Kafka’dan etkilenmişti. Normal bir şey yani. O yazarı, ölü yazarı, koluma takıp tramvaya biniyorum. Yüzümde gururlu bir gülümsemeyle “Bakın işte, büyük bir yazar o. Ölü olduğuna bakmayın, çok güzeldir.” diyorum. Mahcup, gülümsüyor. Tüm hayatımız gülümsemekle geçiyor. Şöyle esaslı bir kahkaha atmayalı yıllar olmuş. Sanki öyle bir kahkaha atsak kaslarımız yırtılacak. Korkuyoruz. Sonra onu başka bir banka götürüyorum. Beğeniyor, sahipleniyor. Bana “Aferin,” diyor “iyi biri olacaksın.” Fakat bana iyi olmak istediğimi sormuyor. Sadece karar veriyor. Olsun, ona akıl öğretmek bana kalmadı ya. Ne güzel kadın, diyorum kendi kendime. Kendim bana hemen cevap veriyor, bence de, diye. İlk defa kendimle aynı fikirdeyim. O kadar mutluyum ki, anlatamam.
Herkes ne tam mutlu, ne de tam mutsuz olabiliyor. Çünkü her hikayede bembeyaz insanlar var. Umut sağlıyor, seni düşünmeye pes etmemeye sevk ediyor. 
Sonra tekrar yalnızlığıma dönüyorum. Onu özlediğimi hissediyorum. Sanki yalnız kalmak için çabalıyorum; ama bir yandan da, düşünce olarak, yalnız kalmak istemiyorum. Hayır, kalabalıktan hoşlanmam. Zaten kalabalık yalnızlığını gidermez. Yalnızlık, anlayışla giderilir. Biri beni anladığı zaman, artık yalnız olmadığımı düşüneceğim.

3 Eylül 2012 Pazartesi


Yaşamım boyunca hep istenilmeyen insan psikolojisinde yaşadım. Her anım böyle geçti. Hani her ortamda olur ya, birisi vardır ayıp olmasın diye çağrılır. İşte o hep ben oldum. Hangi kabahat işlense suç dönüp dolaşıp bana geldi, hep istenilmeyen insan oldum. Ailemde de böyleydi. Her zaman suç benim oldu. Hiçbir zaman “Can haklı.” olmadı, hep “Ablan haklı.” ya da “Kardeşin haklı.” oldu. 
Hangi ortama girsem -baksana hiç benim ortamım bile olmadı- zoraki konuşmalar yaşadım. 
Bilmiyorum belki de kuruntu yapıyorum, emin değilim.
Sadece çok üzülüyorum.

2 Eylül 2012 Pazar


İlk sigaramı içtiğim gün terk edilmiştim. Bazen öyle olur, her şeyi art arda yaşamak ister insan. Ben de öyle yaptım. Arkadaşımı arayıp beni almasını söyledim. Sahile gittik, sahildeki bir banka oturduk. Sinirliydim, âşıktım, terk edilmiştim. Öyle olması gerekiyordu.
Sonra ağladım. Sahilde olduğum için değil, sarhoş olduğum için değil, âşık oldum için değil, terk edildiğimden değil. Öyle olması gerektiği için ağladım. İnsan hayatında bazı böyle engeller var. Engelleri nasıl aşması gerektiğini bilmediğinden, hiç tanımadığı şeylere bel bağlıyor. 
Sonra zaman geçti. Zamanın geçmesi önemli değil. Terk edilmiş olmam da. Babamın bana “Ne yaşaman gerekiyorsa onu yaşa.” dediğini hiç hatırlamıyorum. Hep düzgün biri olmam için uğraştı. Ben istemedim. İsyankâr olduğumdan değil, öyle olması gerektiği için. Her ailede olması gereken bir çıkıntı. Ben de o çıkıntı olmak istedim. Öteki tarafa ben geçtim. Ben farklılaştım. Ben farklılaşınca farklı olan şeyler aynılaştı.
Sonra zaman geçti. Sanırım bundan bahsetmiştim. Bahsetmiş olmam önemli değil. Hâlâ âşık olmam da önemli değil. Önemli olan ne zaman terk edildiğim yerden geçsem aynı hisleri tekrar hissettiğim. Tanımadığı insanlardan yardım istiyorsun böyle anlarda. Olmuyor, daha da kötü oluyor. Beceremiyorsun. İnsanlar beceremiyor. Anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar.
Düşünme, hatta hissetme. Sen de anlayamazsın. Boş ver. Önemli değil, konu hiç ben olmadım zaten. Benim hislerimin bir önemi olmadı. Sadece karşımdakilerin hisleri önemli oldu. Peki insanlar benim nasıl hissettiğimi nasıl anlayacaklar? Bilmiyorum. Bir insanın çıkıp beni anlamasını bekliyorum; ama arkamda ne bir harita bıraktım ne de bir pusula. İnsanların beni çaba harcayarak bulmasını istiyorum.
İnsanların duvarları var, birinin gelip o duvarı yıkmasını bekliyorlar. Bazıları bunu göstere göstere yapıyor ama sen anlamıyorsun. Önemli değil, insanlar hep var. Giderler, gelirler. Ama en çok giderler. Gelenlerin sayısı gidenleri aştığı zaman yalnızlığa gömülür insan.
Sonra zaman geçti. Artık bunu anlamanı istiyorum. Zamanın geçmesi de önemli değil, senin anlaman da. Benim sigara içmem de önemli değil, senin bunu bilmemen de. Önemli olan insanların hâlâ var olduğu. Her hikayede var öyle beyaz insanlar. İstesen de mutsuz olamıyorsun, umutsuzluğa düşemiyorsun. Seni kurtarıyorlar. İnsan yaşantısı bir tür şaka olmalı.