1 Nisan 2012 Pazar

Yağmurlu bir doğumgünüertesi


Şehrin ışıkları akıp gidiyor, ben kimi sevsem çıkmazındayım. Fonda gene aynı şarkı çalıyor. Ama sevdiğim, Pazar günleri yürüyen merdivenler çalışmıyor. Yağmur yağmıyor, gökyüzü halime ağlıyor. Ve ben dinlediğim şarkıyla unuttuğum seni düşünüyorum. Tanıdığım tüm aşklar geliyor aklıma, diyorum ki "Hepsi arızalıydı." Ve aynen öyle işte, filmdeki gibi seni karşıma alıp sana "Bana sadece bir sefer seni seviyorum der misin?" demek istiyorum. Cevap vermezsen bağırırım. Ne çare sevdiğim, otobüsler hâlâ tıklım tıklım. Sıkılgan, katil bir ruh gibi dolanıyorum şehirde. Eğer ücrette anlaşabilirsek seni de öldürürüm. Hani şarkıda diyor ya "Nerden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça," işte öyle ahmakça dolanıyorum ortalıkta. Oysa sevdiğim benim bir tabancam bile yok. Bazen yeşil o kadar da güzel bir renk değil sevdiğim. Bazen sadece beyaz ve kırmızı. Bazen siyah, yeşilden daha güzeldir. Ve bazen sen siyahtan bile güzelsin. Sahi düşlerinin rengi nedir senin? Benim kırmızı. Kan kırmızı. Şarabın gazabından kork demiş şair sevdiğim, çünkü şarap kan kırmızıdır. Ah be kadın, ne geldiyse başıma senin yüzünden geldi zaten. Deliresim, çıldırasım geliyor seni sevdikçe. Dur! Sözlerin, gözlerine karışıyor. Ayırt edemiyorum. Ne güzel gözlerin var. Böyle kocaman. Gözlerin çok güzel. Otomobillerin farları birbirine girip, gözlerimi alıyor. Gri gökyüzünün altında, bir hapishanede tutsaklar, elleri arkalarında kavuşturulmuş ağızlarında cigarayla voltadalar. Ben hapse hiç girmedim. Sadece mapus türkülerinden bilirim hapisliği. Bir de Ahmed Arif şiirlerinden. Ama sevdiğim, ne çare bir tabancam bile yok katil olmama yetecek. Bir katil olacak olsaydım, önce kendimi vururdum.


Gene uzun yazdım, okumazsın.

Mutlu yıllar banaa, mutlu yıllar banaa.

31 Mart 2012 Cumartesi

Canım acıyor, canım.

+ Burası için en güzel lafı Sadık Hoca söylemişti.
- Ne demişti?
+ Hayal kırıklığının başkenti demişti.

Materyalist adama aşkı sormayacaksın. Materyalist adama hayatla ilgili bir şey sorarsan bayar. Materyalist adama aşık olmayacaksın. Değişmez çünkü o. Ayrılacağın zaman “Çok değiştin Saffet.” dersen, “Ben hiç değişmedim. Önce neysem şimdi oyum. Değişen dünya.” gibi bir cevap alırsın. Materyalist adam konuşmaz fazla. Düşünür. Her şeyi materyalizme ve diyalektiğe bağlar. Materyalist adam, ayak uyduramazsan sıkıcıdır. Materyalist adamın aşkı sağlamdır; ama kalbi kırıldığında zordur dünya.

Materyalist adam aşık olduğunda kendiyle çeliştiğini düşünür. Aşk dünyevi bir şeydir. Materyalizme göre aşk sadece aptallık halidir. Materyalist adam kendisinin insan olduğunu unutur. Materyalist adam aslında yaşamaz.

Keşke materyalist olarak yetiştirmeseydin beni baba. Her şey daha güzel olurdu belki.

Haa… Doğru ya, ben kendim seçtim materyalist olmayı.

Dönüşü var mı bu işin?

Üç dal cigaram kalmış paketimde, karanfil alacak para yok cebimde. Hani hep hikayelerde kız kardelen, oğlan hercaidir ya, işte bu sefer oğlan kardelen, kız hercai menekşe. Yetebilsem sana keşke, ama işte tüm çabam, biliyorum, nafile. Hani diyorum sevsen beni gecede, yetmez ki kalem yetim kelimelere.

e’ler yarım kafiye.

Sabahın erken saatini severim. Hele bir de hava kapalıysa tam böyle karanlık gibi olan havayı diyorum. Sokak lambaları yanar hâlâ şehrin, ben dükkanımın önüne çıkartırım taburemi, sıkı sıkıya sarılırım örme yeleğime. Yoldan geçenleri seyrederken çayımı yudumlarım. Eskiden olsa işim olmadığından sokakları dolaşırdım gene böyle havalarda. Ama yaşlanınca insan oturmayı istiyor. Zaten adım atamıyorum da. Nereye gezeceğim? Evde de bekleyenim yok. Sanırım tavla oynamak böyle anlar için bulundu. Yalnız adamların yalnızlıklarını zar gibi ortaya atabilmeleri için. Çayımı aldım, geleni geçeni seyretmeye daldım. Sanki yaşlı olmanın verdiği görev mahalleye göz kulak olmakmış gibi, her hangi bir olaya karşı tetikte bekledim. Yaşlılar böyledir. Sırtlarında örme bir yelek, ellerinde çayları, kafalarında sekiz köşe kasketleriyle mahallenin demirbaşı gibidir. Mahalle bizden sorulur.

Evlenmedim ben hiç. Bir kere evlenmek istedim, başkasıyla evlendi. Üstelik ben onu it gibi severken. Öldüğünde bir hafta evimden dışarı çıkmadım. Dükkan öylece kapalı kaldı. Ah be kadın… O olsaydı evlenirdim elbet; ama olmadı. O günden sonra da hiç kimseye böyle yakınlık duyamadım. Kimi sevdiysem zaten başına bir şeyler oldu. Sevmeyi beceremiyorum herhalde.

Gençlik yıllarında babamla çok kavga ettim. Ben derdim ki “Güvenin bize belki de biz başaracağız bu devrimi!” o dedi ki “Biz yapamadık siz mi yapacaksınız!?”. Annem aramızda kalırdı hep. Severdim onu. Bir gün elimden kayıp gitti. Engelleyemedim ölmesini. Evde değildim, kavgalı olduğum için babamla gitmemiştim eve. Annem ölünce barıştık babamla. Ama o karısının hasretine dayanamadı. Tam ben onu yeniden sevmeye başlarken o da gitti. Hayatta kalan tek tutunacağım insan Cevdet’ti. Onu her şeyden çok severim. Hâlâ severim de belli etmem. Bir onu kaybetmedim sevdiklerimden. O da olmasa şu yıllar nasıl geçerdi? İyi ki varsın be adam! Çocukluğumu, gençliğimi, yaşlılığımı çeken adam…

Günün bu saatine bayılırım. Hele hava kapalıysa. Babam “Böyle havalarda çok güzel uyunur.” derdi. Uyunur mu baba bu havada? Güneşli gün gibi değildir bu hava. İnsan gölgeyi değil, sıcak bir odayı arar. Böyle günlerde içilen çayın zevkini hiçbir şey vermez bana.