9 Nisan 2015 Perşembe

10 Mart 2015 Salı

sabahın seher vaktinde görsem yârimi

Yaşama uğraşısı içerisinde en sancılı dönem karar vermek. Ne yapacağına, ne olacağına, nasıl olacağına karar vermek. Birçok parametre bir arada ve sabitler asla sabit değil. Yaşama uğraşısı içerisinde en basiti yaşamak. Öyle, böyle, bir şekilde yaşarsın. Yaşadıkça farkına varırsın, dünya toz pembe değil. Demagojiden, iki yüzlülükten, muhafazakârlıktan sıkıldım. Biraz daha basit yaşamak istiyorum. Bir bahçe, bir balkon, bir sıcak oda. Fazla şey istemem, şan, şöhret istemem. Yaşamak uğraşını senle karşılamak... Harika geliyor kulağa.























Howl's Moving Castle, hatırladın mı? Hatırlarsın, hatırlamışsındır. Fairuz gibi.

Yaşamak uğraşıyla giriştim yazıya; ama ben tam bir pazar gününü pijamalarımı çıkarmadan sabahtan akşama kadar Miyazaki filmleri izleyerek geçirmek istiyorum. Sıcak, ev ortamı. Soğuk, kedi kokan odamda bile sıcak gelebilen şeylerden biri.

Aramızdaki en kısa mesafe, 738 km değil, inan bana. Elimi tutsam yakalayacak kadar yakın yıldızlar var. İşin özüne dönersek, yaşamak uğraşısı bizden kopamayan bir şey.

Bir Mart akşamı yaşanan hasrete müteakip, hicaz bir şarkıya ön söz olsun bu.

10 Şubat 2015 Salı

Olması gerektiği gibi

"Nasıl olur?" diye sorar kadın doktora "Nasıl? Nerede?" Işık almaz bir koridordadırlar ve içerisi formol kokmaktadır. İçerisi giderek loş ve boğucu olmaya başlar. Başlarının üzerinde florasan lamba titrer. Olduğunca hızlı şekilde konuşmayı bitirip çıkma niyetindedir kadın. Üzgündür, üzüntüsünü ilk yaz ağaçlarının çiçeklerinin altında yaşamak ister. Bilir ki kiraz ağaçları çiçek açtıysa bu üzücü bir olaydır Japonya'da. Hayat durur, sırf ağaçların çiçeklenmesi için koskoca ülkede hayat durur. Çiçekler dökülmeye başladığında durum daha da vahim bir hâl alır. Artık bir sene boyunca çiçek vermeyecektir ağaçlar ve şehirler bir daha sıcacık pembeliğini yitirecektir. Yıllar önceki Japonya seyahatinden hatırlar kadın bunu. Doktor, kadının sorusunu havada bırakır. Kadın koşarak çıkar dışarı. Ciğerleri formol yerine oksijeni mutlulukla kabul eder. İşler çığrından çıkar bu noktada. Ağacın altındaki piknik masasında otururken kadının elinin kenarına beyazlı pembeli bir taç yaprak düşer. Ağlamak çare değildir, fakat engellenebilir bir şey de değildir hazırlıksız yakalandığında. Ama kim hazırlıklıdır ki ağlamaya? Umut engel olur buna. Olması gerektiği gibi. Yasalar böyle söylediği için. Evrenin emrettiği gibi. An'a hükmetmeye çalışmak zor iştir. Zamana kim hükmedebilir ki? Mükemmel bir kitaba giriş cümlesi sayılabilir bu. Kaygan zeminlerde yaşanan ayakta kalma çabasına ağlamaya karşı direnç denebilir. Başarabilenler ya bir yere tutunuyordur ya da kaygan zeminde bile değildir. Olması gerektiği gibi. Çürük yumurta kokusu gelir kadının burnuna. Burnu isyan eder, midesi isyan eder, beyni, gözleri, kasları isyan eder. İsyan, karşılığını safra olarak bulur. Ekşi, kötü. Ağacın dibine bırakır safrasını. Etraftan geçen birkaç densiz "çıkçık"lar. Densizlere nerede ne yapacaklarını söyleyemezsin. Bu yüzden densizdirler. Yersiz şakalar, yersiz tepkiler... Olması gerektiği gibi. Her şey yerli yerinde. Oynattığın zaman denge bozuluyor. Dengeyi sağlayabilmek iste ustalık işi. Gemiyi karaya oturtmamak gibi. Kadın tüm bunların farkına vardığında iş işten geçmiş olacak. On tane menekşesi, sırtında hırkası ile balkonunda kırışmış ellerini okşarken farkına varacak. Olması gerektiği gibi. Zamana kimse hükmedemez.

29 Ocak 2015 Perşembe

Eski yazdıklarımı okuyunca acıların aslında nasıl değiştiğini fark ettim. Çok değil daha iki sene önce üç sene önce yazdığım şeylerde yaşadığım hissettiğim şeyler şimdi acayip bir şekilde çocukça geliyor ki. Korkularım gözümün önüne geliyor. Sahi benim korkum neydi ki? Korkularım. Sahiplendiğim korkularım, dillendirmeye çekindiğim korkularım. Hadi biraz bunları konuşalım.

Yalnız kalmaktan korkuyordum o zamanlar. Bu yüzden çevremde insan olmasını istedim. O zamanlar karşı çıksam da bu tamamen ilgi budalalığıydı. O zamanlar insanlar neden mutsuz olduğumu soruyordu. Ben de "Bilmiyorum" diyordum. Oysa biliyordum, sırf mutsuz olmak için mutsuz oluyordum. Ayrıca mutlu olmamı gerektiren bir şeyde yoktu. Fakat şimdi fark ediyorum ben o zamanlar mutsuz değilmişim. Nötrmüşüm. Uzun süren hissizlik. Sokak başında ölü bir kuş görüp, şöyle bir bakıp yola devam etmek gibi. Baharda çiçeklerin açmasına tepki vermemek gibi. Anlatabiliyor muyum? Korkularımı döküyorum durun.

Sevilmemekten korkuyordum. Bu konuyu daha sonra konuşacağız.

Şehre alışmaktan korkuyordum. Hâlen korkuyorum. Antalyayı özlemiyorum. Anamur'u özlemeyeceğimi söylüyordum. Hayatımda hiç bu kadar yanılmamıştım. Sorun değil, yanılmak da insanlığın bir parçası(Now playing: KC and the Sunshine - Boogie Man).

Şimdi dönüp bakıp toparlarsak ilgi budalası bir insan olduğumu görüyorum, o zamanlar.

Bohem hayat sürmek isterken nerelere geldim görüyor musun!

Evrene çağrımdır: N'aber? Ben senin unutulmuş çocuğun. Saldırıya hazırlanıyorum sana karşı! Yalnız da değilim! En garde!

27 Ocak 2015 Salı

değişken



https://www.youtube.com/watch?v=WZk5lnzNCWs

Beklediğinden fazlasını bulunca bir yerde, bir kişide, bir etkinlikte, bir olayda; insan katlamalı bir şekilde memnun kalıyor. Eğer uyuşmazlık olursa, ne kadar uğraşırsan uğraş olduramazsın. Gece bol bol zamanım oldu kendimle konuşmalar yapmaya. Tekrar başladım. Sonuçları kestirmek pek mümkün değil.

Kendimle konuşmak için o eski, yıkılmaya yüz tutmuş, nemli kulübeye girdim. Elinde bir domatesi kemirirken buldum kendimi. Üzerine tuz serpip yiyordu. Beni görünce dudağının kenarı kasıldı.
"Şimdilerde yenisi çıkmış bu tuzlukların. İçinde hem tuz hem karabiber varmış. Onlardan almam lazım galiba."
Sesini unutmuşum. O beni bekliyor gibiydi. Kızgındı tabii hâliyle. Nasıl olmasın, en son görüşmemizde kavga etmiştik. Kendi benliğimle kavga etmiş ve galip geldiğimi sanmıştım. Hayatımda hiç bu kadar yanılmamıştım.

"Ne oldu, ne rüzgâr attı seni buraya?" dedi gülerek. Espri kabiliyetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Hâlâ aynıydı. Cebimden karabiber çıkartıp ona uzattım. Şerefe yapar gibi kaldırıp domatese boca etti. "Kekiğin yoktur herhalde?"

"Senden özür dilemeye gelmedim."
"Hee biliyorum."
"Senle kavga etmeye de gelmedim."
"Onu da biliyorum."
"Her şeyi biliyorsan neden bana söyletmek istiyorsun?"
"Kendi cümlenden bile korkarsan, söylemeye çekinirsen nasıl kendi istediklerine kulak vereceksin a benim salağım?"

İlk şoku atlattıktan sonra nemli odaya göz atmak dank etti. Çiçekler vardı saksılarda. Gözüme bir petunya ilişti, açık pembe çiçekleri vardı. Oda güneş almıyordu, nasıl çiçek açıyordu? "Güzel günlerde onu da yanıma alıp gezmeye çıkıyorum o sayede." İkinci şok dalgası sarstı bedenimi. Görüntü değişti. Seni gördüm, ellerini uzatmış gülüyordun. Ellerimi uzattım. Otobüste önümdeki koltuğa montelenmiş televizyona değdi elim. Uyandım, utandım. Hemen geri kapadım gözlerimi. Kendimi bulmaya. Uyuyordu. Uyumuştu. Ne çabuk... Anonsun sonu gelmeden ben de uyuyakaldım...

"Kamilkoç Turizm'in saygıdeğer yolcuları. Afyon Otogarı'na giriş yapmış bulunmaktayız. Devam edecek yolcularımız mola süremiz 5 dak..."