Türkiye'de söylenmiş ilk tango: Seyyan Hanım - Mazi Kalbimde Yaradır
"İnsanlar ve fareler düşlerini hiçbir zaman gerçekleştiremezler." ~~ J. Steinbeck
21 Nisan 2014 Pazartesi
Seyahatname-i Derya'ül Marmara
Merhaba.
Bir yazıya merhaba ile başlamayalı uzun zaman oldu. Bunun sebebi kimseyle birebir konuşuyor gibi yazmıyordum. Yazdığım ise zaten "Aç yüreğini bir merhabaya/Kardeşin duymaz, eloğlu duyar." tarzındaydı(yandı dertler bitti tasa, ben kurbanım bu cambaza). Cuma akşam saat 21:00 itibari ile başlayan İstanbul seyahatim bu sabah 8:30 itibari ile bitti. Bu kez boynu bükük ayrıldım.Dudağımın kenarında buruk bir gülümseme, tam busenin konduğu yerde hem de! Baştan söylemek isterim, şikayetname değil, seyahatname. Hatta belki de kelle-i şerif. Uzun ve uykusuz bir yolculuğun ardından gördüğüm ilk manzarayı fotoğraflama niyetindeydim. Lâkin, instagram fotoğrafçıları gibi bir fotoğraf çekebildim, pişmanım. MAKİNEMİN LENSİ BOZUK! YERE DÜŞTÜ! Neyse, fotoğraf birazdan geliyor. Hava durumu havanın kötü olduğunu söylüyordu; ama benim "şansım" mı desem artık ya da gittiği yere götürdüğü pozitif enerji mi desem(çünkü ben en son geldiğimde bir haftadır harika olan İstanbul'da bir anda berbat bir soğuk başlamıştı) hava harikaydı! Ama ne harika. Belki de şartlandırdığımdan kendimi. Bilmiyorum, neyse hadi fotoğraf vakti.
Üsküdar'aa gideeerikeeen bu sefer hava aaçııık. 19 Haziran 2014, Harem. 8:20 dolayları. 8:30'da, Nihat'ın Kahvesi'nde oturuyordum. Bir tane poğaça yedim(google'dan puaça mı poğaça mı diye baktım evet). Üç kadar da çay. Çay iki liraydı çok koydu niye bu kadar koydu? Evde beleş içiyorum(ehueuheuhe). Sevgili ağbeyim Miraç A. için aldığım Tanıl Bora'nın Türkiye'nin Linç Rejimi kitabını bir saatte okuyup bitirdim. Gayet yerinde ve objektif tepkilerle süslenmiş, harika bir vodvil. Yaratılan linç kültürünü, linç kelimesinin etimolojisini, Türkiye'deki kayda geçebilmiş linçleri ihtiva eden bir kitaptı. Yıllarca objektif olamamakla suçlanılan solcuların ve hatta bu ifadeyi veren diğer kesimin(ooo kamplaşma alıyorum bi' dal) mutlaka okuması gereken bir kitap. Neyse, kitap tanıtım yazısı değil; ama kitabın yenilenen kapağı biraz buruk. O yüzden sizinle onu da paylaşmak istiyorum. Sizi diyorum da okuyan ya birdir ya iki. Bir kesin de, iki çok iyimser.
Günün tatlı yorgunluğu, gecenin muhteşemliğiyle, gece 02:00 civarı martı seslerine müteakip uykuya dalıyorum. Sabah 7:55'te kendi kendime uyanıyorum ve hafif sıkıcı bir havayla yokuşu inip, Nihat'ın Kahvesi'nde beklemeye koyuluyorum gene. Kahvaltı ediyoruz Devran B. ile açık öğretim sınavına yetişmek için beni bırakıyor orada tek başıma. Ben de yanımda getirdiğim ikinci kitabı bitiriyorum(burada arkadaşım yemek hazırladı beş çayına gelmiştik, yemeğe de kaldık şimdi Edith Piaf açtık, dinliyoruz. Arabesk şarkı Fairuz'unmuş mânâsı bana bir flüt vermiş). Kitap Jean Baudrillard'ın Simülakrlar ve Simülasyon. Beynimin aktığını hissediyorum okurken. Neyse, geliyor, gün şenleniyor. Saat çabuk geçiyor bu sefer. Geçmesin istiyorum. Zamanı dondurup kirpiğinde asılı kalmak istiyorum. Çok şey istiyorum. Olacaktır muhakkak. İnanıyorum. Neyse, bir dedeyle torununun fotoğrafını çektikten sonra uyuyan kedinin fotoğrafını çektim.
KEDİ UYUMA EYLEM YAP! Tam bir Osman. Osman tipi var yani. "Osman naber len?"
Harika bir haftasonuydu. Sonunu yazmayacağım, havada kalsın. Biraz dursun, zamanla her şey daha güzel olacak. Hatta "Her Şey Çok Güzel Olacak." Olacaktır elbet. Bir yazının da en sevmediğim kısmı sonudur. Burada bitsin bu seyahatname, daha sonra yenilerini eklerim. Bu da son olsun.
Hayırsıza dost olmayın.
Nisan 2014, Antalya.
Bir yazıya merhaba ile başlamayalı uzun zaman oldu. Bunun sebebi kimseyle birebir konuşuyor gibi yazmıyordum. Yazdığım ise zaten "Aç yüreğini bir merhabaya/Kardeşin duymaz, eloğlu duyar." tarzındaydı(yandı dertler bitti tasa, ben kurbanım bu cambaza). Cuma akşam saat 21:00 itibari ile başlayan İstanbul seyahatim bu sabah 8:30 itibari ile bitti. Bu kez boynu bükük ayrıldım.Dudağımın kenarında buruk bir gülümseme, tam busenin konduğu yerde hem de! Baştan söylemek isterim, şikayetname değil, seyahatname. Hatta belki de kelle-i şerif. Uzun ve uykusuz bir yolculuğun ardından gördüğüm ilk manzarayı fotoğraflama niyetindeydim. Lâkin, instagram fotoğrafçıları gibi bir fotoğraf çekebildim, pişmanım. MAKİNEMİN LENSİ BOZUK! YERE DÜŞTÜ! Neyse, fotoğraf birazdan geliyor. Hava durumu havanın kötü olduğunu söylüyordu; ama benim "şansım" mı desem artık ya da gittiği yere götürdüğü pozitif enerji mi desem(çünkü ben en son geldiğimde bir haftadır harika olan İstanbul'da bir anda berbat bir soğuk başlamıştı) hava harikaydı! Ama ne harika. Belki de şartlandırdığımdan kendimi. Bilmiyorum, neyse hadi fotoğraf vakti.
Üsküdar'aa gideeerikeeen bu sefer hava aaçııık. 19 Haziran 2014, Harem. 8:20 dolayları. 8:30'da, Nihat'ın Kahvesi'nde oturuyordum. Bir tane poğaça yedim(google'dan puaça mı poğaça mı diye baktım evet). Üç kadar da çay. Çay iki liraydı çok koydu niye bu kadar koydu? Evde beleş içiyorum(ehueuheuhe). Sevgili ağbeyim Miraç A. için aldığım Tanıl Bora'nın Türkiye'nin Linç Rejimi kitabını bir saatte okuyup bitirdim. Gayet yerinde ve objektif tepkilerle süslenmiş, harika bir vodvil. Yaratılan linç kültürünü, linç kelimesinin etimolojisini, Türkiye'deki kayda geçebilmiş linçleri ihtiva eden bir kitaptı. Yıllarca objektif olamamakla suçlanılan solcuların ve hatta bu ifadeyi veren diğer kesimin(ooo kamplaşma alıyorum bi' dal) mutlaka okuması gereken bir kitap. Neyse, kitap tanıtım yazısı değil; ama kitabın yenilenen kapağı biraz buruk. O yüzden sizinle onu da paylaşmak istiyorum. Sizi diyorum da okuyan ya birdir ya iki. Bir kesin de, iki çok iyimser.
Kapak fotoğrafı: 3 Haziran günü Eskişehir'de Gezi Parkı protestolarında eli sopalı polis-sivil karışımı bir güruh tarafından linç edilen Ali İsmail Korkmaz'ın çevredeki bir kamera kaydından.
Bundan bir hafta kadar önce belki ya da 5 gün önce Çengelköy hakkında yazmıştım. Nefes alıyor, evler yaşıyor demiştim. Daha fazlasıymış, iki gün içinde öğrendim. İki gün içinde ben o kadar çok şey öğrendim ki, bakış açımı değiştirebiliyorum artık. Fakat bu iyi manada bir şey. Biraz kendi çözümlememi yapmak istiyorum. Çekingenlik, inan olsun hiçbir boka yaramıyor. Bir öğretmenim "Bilet almazsan piyangoyu kazanamazsın." demişti. Bir arkadaşım "Eğer her şeye çekingen yaklaşırsan anlatacak bir hikâyen olmaz." demişti. İkisi de haklıymış ben bunu anladım. Uzunca zamandır hissizleşiyordum. Hissizdim, irinli bir kuyunun dibinde çırpınıyordum. Çırpındıkça daha çok batıyordum. İrini bilirsiniz, kesikte oluşan enfeksiyon. Krem rengi iğrenç bir sıvı. Onunla dolu bir kuyunun dibindeydim, lâkin o kuyuyu ben Tartarus Çukuru'ndan daha derin sanıyordum. Hayatımdaki bir yanılgıyı daha anladım. Tartarus Çukuru'ndan daha derin bir kuyu gördüm. İçinden çıkmak istemiyorum. Kaybolup gidiyorum. Kuyu bana vatan, o kuyu, gözleri, gözleri daha derin. Tanımlayamıyorum yetmiyor gücüm. Uzunca zaman sonra, kendimi sıcak, mutlu ve huzurlu hissediyorum. Saçımı uzatma zamanımdan beri(Şubat-2011) rüzgarın saçımı okşayışı bana hep güzel gelir. Herkes şikayet eder mesela rüzgardan. Ben şemsiye kullanmayı sevmem, rüzgar gücenir belki de, ondan ters döner şemsiyeler. Bir bildiği vardır derim geçerim. Araları es geçiyorum çünkü sözüm var Beyrut sokaklarına. O yüzden akşama geçiyorum hemen.
Günlerden cumartesi, yer Huzurtepe. Galatasaray yenilmiş, odada iki Galatasaraylı(biri ben) bir Beşiktaşlı var. Sonradan aramıza Fenerbahçeli de katılınca dört kişi, bir kaç parça güzel şarkı eşliğinde balkona çıkıp, boğaza doğru sigaralarımızı yakmış konuşmuyoruz. Susuyoruz, aramızdaki uzaklık büyüyor. Gözler bambaşka taraflara bakıyor. Biri Pendik'e, biri Haliç'e, biri İzmir'e, biri Beşiktaş'a. Arabesk müzik giriyor, ama güzel arabesk, hakiki. Arab'esk'. Ümmü Gülsüm'ün yolundan gelenlerden. Ümmü Gülsüm dinledin mi hiç? Her Cumartesi sabahı Ümmü Gülsüm dinleyebileceğimiz bir ev olsun. Manzara aşağıda, şarkı burada:
Günün tatlı yorgunluğu, gecenin muhteşemliğiyle, gece 02:00 civarı martı seslerine müteakip uykuya dalıyorum. Sabah 7:55'te kendi kendime uyanıyorum ve hafif sıkıcı bir havayla yokuşu inip, Nihat'ın Kahvesi'nde beklemeye koyuluyorum gene. Kahvaltı ediyoruz Devran B. ile açık öğretim sınavına yetişmek için beni bırakıyor orada tek başıma. Ben de yanımda getirdiğim ikinci kitabı bitiriyorum(burada arkadaşım yemek hazırladı beş çayına gelmiştik, yemeğe de kaldık şimdi Edith Piaf açtık, dinliyoruz. Arabesk şarkı Fairuz'unmuş mânâsı bana bir flüt vermiş). Kitap Jean Baudrillard'ın Simülakrlar ve Simülasyon. Beynimin aktığını hissediyorum okurken. Neyse, geliyor, gün şenleniyor. Saat çabuk geçiyor bu sefer. Geçmesin istiyorum. Zamanı dondurup kirpiğinde asılı kalmak istiyorum. Çok şey istiyorum. Olacaktır muhakkak. İnanıyorum. Neyse, bir dedeyle torununun fotoğrafını çektikten sonra uyuyan kedinin fotoğrafını çektim.
KEDİ UYUMA EYLEM YAP! Tam bir Osman. Osman tipi var yani. "Osman naber len?"
Harika bir haftasonuydu. Sonunu yazmayacağım, havada kalsın. Biraz dursun, zamanla her şey daha güzel olacak. Hatta "Her Şey Çok Güzel Olacak." Olacaktır elbet. Bir yazının da en sevmediğim kısmı sonudur. Burada bitsin bu seyahatname, daha sonra yenilerini eklerim. Bu da son olsun.
Hayırsıza dost olmayın.
Nisan 2014, Antalya.
10 Nisan 2014 Perşembe
Serhildan Jiyan E*
Ben pek matah bir adam değilim biliyorum. Hayat hakkında bilmediğim bir çok şey var. Ve ben bunları öğrendiğim zamanlardan nefret ediyorum. Tam diyorum ki oluyorum, aslında daha çimlenmeyi bile becerememiş bir tohum olduğumu fark ediyorum. Oysa ben, kendimi, tohuma kaçmış görüyordum. Meğer değilmişim, meğer yanılmışım. Meğer ben ne çok yanılmışım da haberim yokmuş. Devlete tek başıma kafa tutabilecek cesareti bulabiliyorken, "Yaşamak direnmektir!" diye bağırabiliyorken, sokaklarda hayat var diyebiliyorken... Meğer ben ne ahmakmışım, hiç ders almamışım. Ders almayı sevmediğimi bile bile ders almamışım demek de ironi. Yapacak bir şey yok.
*:Başkaldırı yaşamdır
*:Başkaldırı yaşamdır
28 Ağustos 2013 Çarşamba
"Direnmek fiilini çok seviyorum.
Bizi hapsedene, önyargılara, aceleyle varılan yargılara, yargılama arzusuna, tek isteği açığa çıkmak olan içimizdeki kötüye, vazgeçme isteğine, kendini beğendirme ihtiyacına, başkasını kötüleyerek kendinen bahsetme ihtiyacına, modalara, tehlikeli hırslara, etrafımızı kuşatan karmaşaya direnmek.
Direnmek ve… gülümsemek." ~Emma Dancourt
Düzgün gitmeyen şeyler hakkında bir roman yazılması lazım. Düzgün gitmeyen derken yarım kalan şeylerden bahsediyorum. Bir iş düzgün gitmezse yarım kalır. Yarım kalan şeylerin acısı daha çok olur. Çünkü tam bir olay muhteviyatını çok daha kolay atlatabilirsin. Atlatamazsan da pek üzülme, tam şeyler çabuk kaybolur. Neyse konudan sapmak istemiyorum. Düzgün gitmeyen bir şeyle daha karşılaştım az önce. Zaten hep aklımdaydı, aklımdan çıktığı yoktu. Beni uzunca bunalım dönemimden neredeyse çıkaracak olan bir şahıs, olay, olgu ya da her ne sikimse işte. Dahası hayatımda hiç kıskanmadığım kadar kıskanıyorum. Olmayacağını bile bile kendimi kaptırmış olmamdan dolayı bir tokadı daha hak ediyorum. Orası ayrı. Ama şunu demem lazım, yoksa içimde kalıp beni bitirecek. Bir insanı acılı zamanında acısını paylaşarak tanıdıysanız, o insan yarım kalıyor. İnsanların yarım kalması; şarabın, sigaranın, yahut biranın yarım kalmasından daha berbat. Dayanamayacak duruma geldiğim zaman haber veririm. Yazamayacak hâle gelince, tekrar hatırlayacağım. Tekrar başa saracağım kaseti. İstemeye istemeye dinleyeceğim tekrar. Yarım kalacak gene; ama ben yine de tamamlanmasını umarak dinleyeceğim. Sonra? Sonrası karanlık. Önüm karanlık. Şimdi uyuyordur. O karanlık, sigaramın ucu aydınlık. Gerisi saçma sapan bir karanlığa gömülü. Bu kavga büyük ihtimalle son kavga olacak içimde. Ne bir kazanç ne bir alınganlık. Sadece pişmanlık.
25 Ağustos 2013 Pazar
Yara kabuğunu tırtıklayıp kanatmak rahatlatmıyor. Aksine her şeyi daha berbat ediyor güzelim. Bir yerden sonra acıya muhtaç kalıyorsun. Dirhem dirhem azalıyorsun. Azalmak da sorun değil aslında, kısıtlanıyorsun. Hapse girmek nasıl diye sorsalar verecek cevap bulamam.
Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünyaSana söyleyecek o kadar sözüm var ki. Nereden başlayacağımı bilmediğimden tüm şaşkınlığım. Sesim çatallaştı bugün, yarına gider belki. Gitsin, işe yaramıyor zaten şuan. Konu bu değil. Bir kaç gündür konu benim. Ne kadar ilginç olduğunu tahmin bile edemezsin. Konu hep başkaları olur genelde. Bir gün de seni konu edinelim sohbetimizde. Bunlar pek de önemli şeyler değil.
Uyuyor melekler gibi mışıl mışıl
Yaraştı hatuna gebelik.Şiirsel terörizm ve osmos.
10 Haziran 2013 Pazartesi
16 Nisan 2013 Salı
Her Temas İz Bırakır
Şehrin en güzel yerinde içki içiyorum. Kemer yolunun ışıkları vuruyor gözüme. Geçen seneki acıklı güzel günler düşüyor hatırıma. Denizin uğultusu var bir yandan. Ama gözüm sürekli aynı yere takılıyor.
Yaz geliyor aklıma, yazın geçtiğimiz dizeler geliyor. Öylesine güzel, sıcak, tatlı. Umursamaz, hatta uslanmaz dizeler. Diyorum ki “Ne güzeldir yollarda olmak şimdi.”
Nereden aklıma geldi bilmiyorum. Düşünmek de istemiyorum. Önemli de değil zaten. Ama Antalya, hep yazı hatırlatıyor. Belki de çocukken hep yaz vakti geldiğimden. Bilmiyorum, umursamıyorum.
Karanlığa doğru bir sigara yakıyorum, ne güzel bir duygu. Bir kaç martı geçiyor önümden. Küfrediyorum. Uçaklar normal seferinde. İstanbul buradan uçakla 45 dakika. Otobüsle 720 dakika. Ne manyakça bir keşif şu uçak. Bir bensem öyle düşünen, varsın idama mahkum edileyim. Yağlı urgan vız gelir.
Hayat kayboluyor bazen. Sen istesen de istemesen de. Çünkü hayata hükmedemezsin. Nasıl ki, Ölü Deniz’e gidecek bir kafileyi engelleyemezsin, onu da engelleyemezsin. Hayat, sen varken güzel.
Hayat, umursamazlar için bir ıstırap.
Istıraba katlanmak gelmiyor içimden.
Şehrin en güzel yerinde içiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)