26 Aralık 2014 Cuma

Adettir; rakı içerken Feyruz, cumartesi sabahları Ümmü Gülsüm dinlerim.

16 Aralık 2014 Salı

Dinlerken hüzünleneceğim bir anons bile yok bu şehirde. Geceleri uykucu, gündüzleri ise uykuluyum. O kadar çok habersiz şey yaptım ki bir yerden sonra gamsızlaşıyorsun. Aslında öyle değil, öyle olacağını sanıyorsun, gamsızlaşamıyorsun. Ve gene bir sonbahar Antalya'ya bilmemkaçıncı defa gelişim, Antalya'dan İstanbul'a ilk gidişim, Ankara'yı ilk görüşte sevişim, seni ilk görüşte göremeyişim, daha sonraki görüşümde sevişim... Bunları neden yazıyorum peki, bir şekilde boşaltmam mı gerekiyor içimi? İçimde bir şeyler kalmasın sana açayım diye mi? Evet evet evet. Sen dolduruyorsun içimi, sen doldurdukça çıkıyor zehir içimden. Hani diyordu ya Mor ve Ötesi şarkısında "Bir de sigarayı bıraksam, kimse tutamaz artık beni."

11 Aralık 2014 Perşembe

Meltem olurum

Vakt-i zamanında bir Ermeni köyünde yaşayan bir kadın varmış. Evi herkesten ayrı bir değirmendeymiş. Değirmenin girişinde sıra sıra çiçekler, içinde ıtır kokulu bir mutfak... Kapısının önünden geçen onu görmeyen bir şövalyeye tutulmuş. Şövalye dediysem, zırhlı kılıçlı değil. Sırtında Alman filintası, belinde revolver, başında kalpak dolaşır dururmuş. Pencereden gizlice izlermiş kadın, şövalye ıtır kokusu nereden gelir diye merak eder, değirmenin etrafında ıtır ararmış. Bulamazmış, her seferinde de bahtına küfrede küfrede evine dönermiş. Kadın, şövalyenin göremeyişine içerler, yatağına daha sıkı sıkıya sarınıp yatarmış. Savaş çıkar, şövalye gider. Kadın her gün değirmenin penceresinde bekler, beklermiş. Bozkırın üzerine kar yağmış, kar erimiş boz renk uçsuz bucaksız mavilikle karışık yeşillik kaplamış köyü. Kadın, yol boyu ıtır ekmiş geldiğinde görebilsin diye. 

Savaş bitmiş, şövalye gelmiş. Yaralarıyla beraber dönmüş köye. Döner dönmez de ıtır kokusu karşılamış kendisini. Döne dolaşa değirmen yolu boyunca ekili ıtırları görmüş. Tek tek koklayarak varmış değirmenin kapısına, çalamamış. Oturmuş kapının önüne. Çetelerin, Osmanlının köy yakmalarını duyarmış şövalye. Gün batarken başladığı nöbetini gün doğduğunda bitirir evine dönermiş. Bir gece, iki, üç, dört... Sürmüş gitmiş. Kadın her gece yatmadan kapıyı açmayı düşünürmüş; ama o da cesaret edemezmiş. Bir akşam üzeri, nöbet yerine gittiğinde şövalye kendini bekleyen bir battaniye görmüş kapının önünde. Elinde evirip çevirmiş, koklamış. Kendinden geçmiş şövalye. Tüm gece battaniyeye sarılı bir şekilde beklemiş. Sabah gün doğmasına yakın, alacakaranlıkta kapı aralanmış. Kapıdan yayılan sıcaklık, sıcacık kokuyla kendine gelmiş şövalye. Soğuktan üşüyen ellerini bile bir anda ısıtan bir sıcaklık... Kadını görmüş kapıda, elinde şövalyenin sırtında duran battaniyenin eşiyle. Ve ilk kelâmını dillendirmiş kadına şövalye:

"meltem olurum hafif, eşsiz
dağlardan inerim, kapında otururumsevginden yanmış şövalye gibikılıcımı koyarım bağının kapısına"

Kadın gülümseyerek uzatmış elini. İçeriye girmişler beraber. Itır kokusuyla karışık uyuyakalmışlar...

Türkülerin hikayesi olur. Bunun da vardır elbet.
Bilmiyorum ama hikâyesini, ben yazayım istedim. 

23 Kasım 2014 Pazar

Pablo'nun unutulmaya yüz tutmuş hikâyesi

Gitmişlerdi. İkisi de gitmişti. Hayatından çıkarmıştı ikisini de. O kadar saçmaydı ki ikisinin de gidişi... Ruhi ile kavga etmişlerdi. Alfredo ile görüşürüz diye ayrılmışlardı. O kadar saçmaydı ki... Söylemek istediği cümleleri evin arka bahçesine gömmüştü. Üzdüğü tüm kadınlardan teker teker özür dilemeye girişiyordu. Bu kadar basit olmamalıydı her şey. Çok fazla basitti. Bu işte bir bit yeniği vardı. Belki de yoktu. Evren yasaları oluşturmuştu bunu. Taa başında birbirine zıt bu insanların(Alfredo ve Ruhi daha yakındı birbirine) anlaşması bile mucizeydi. Geçerken uğra bir iki saat demişti Rox. Onun yanına gidecekti. Hazırlanma, otobüs, bilet, yolculuk, diğer otobüs, yolculuk ve otobüsten iniş. Bütün güzelliğiyle karşılamıştı Rox onu. Çok görüşmedikleri için mükemmel giden arkadaşlıkları vardı.

"İyi görünüyorsun."
"Kötü mü olmamı bekliyordun?"
"Bence hayatındaki en doğru kararı onlarla görüşmeyi keserek aldın Pablo inan bana."
"Daha doğru bir karar aldım, anlatırım."

Hava soğuktu. Olması gerektiğinden fazla. Fakat bir Nisan akşamında bu kadar soğuk neyin nesiydi? Olmaması gerekirdi. Pablo farklılaşmıştı. Farklılaşmak için adım atmıştı. Karanlıktı, çok karanlık... Onu göremiyorlar, bu yüzden de anlayamıyorlardı. O ise anlayışsızlıklarının sebebini bambaşka sebeplere bağlıyordu. Düpedüz salaklıktı. Fakat birisi onu görebilmişti karanlıkta. Zar zor da olsa. Seslenmişti, kendisine ilk defa sesleniliyordu. Korktu, korkusunu gizlemek istedi. Beceremiyordu. Dobra birisiydi, bu yüzden gizliliğini koruyamıyordu. Korkularını da alıp heybesini sesin kaynağına doğru gitti. Hayatında verdiği en doğru karar sese doğru gitmekti. Mutluydu.

Birkaç saat sohbet ve biradan başka bir şey olmadı. Olması da gerekmiyordu zaten. Her alkollü buluşmanın sonu sevişmeyle bitecek diye bir kaide yoktu. Ama bundan bir yıl öncesine kadar bu cümleyi sarf etseniz gülerdi Pablo. Çünkü alkolü bir araç olarak görüyordu. Şimdi ise rahatlatıcı. Bu kadar soğuğa nasıl dayansındı, olamazdı.

Yolda yürürken Lucy'ye rastladı, kolunda sevgilisiyle. Görünmemek için hemen saklandı, önünden gülüşerek geçtiler. Gördüğü bir yüzü unutamamak garip bir şeydi. Anında olanlar canlandı gözünün önünde. Evine doğru yürümeye karar verdi. Saat otobüse binilmeyecek kadar geçti...

Bu bir günah çıkarma yazısı değil. Özlem hiç değil. Bir bahar vakti yaşanan dost ayrılığına müteakip yazılmış muhayyerkürdi şarkıya önsöz olarak geçsin...

19 Kasım 2014 Çarşamba

Kırıntı


  • Merhaba
  • Üniversiteye ilk geldiğim vakitler(Eylül 2011'e tekabül ediyor) "Üniversite Notları" isimli eğlenceli ama saçma sapan bir yazı yazmışım onu tekrar okudum ve o türden yazmaya karar verdim.
  • O ders kitabına 80 TL verdim. Hâlâ duruyor, evladiyelik lan o kitap. Kuşe kağıt falan. ufff...
  • Asosyalleşmekten daha leş bir şey varsa o da yarı asosyal yarı sosyal bir hayat. Hangisi olacağını şaşırıyorsun. Evde kalmak, dışarı çıkarsam da şehir dışına çıkmak istiyorum.
  • Bahoz diye enfes bir film var; ama insanlar izlememekte ısrarcı. 
  • Bajar diye enfes bir grup var, saatlerce dinleyebiliyorsun sıkılmadan.
  • Kimya'dan korkmuşum o zamanlar. Kendime en güzel kahkahalarımı gönderdim. Ne Kimya'sı yahu :( Kimya'nın gözünü sevem
  • THY AKILLI OLSUN AKILLI! İKİ KİŞİYİZ! GELİR SİZİ DÖVERİZ TAMAM MI?
  • Assassin's Creed - ders çalışma - Assassin's Creed - ders çalışma - uyku. Bu düzen okuldan eve geldikten sonraki düzen. Kötü, oyun bir an önce bitse de bari uzunca süre oynamasam. 
  • Kadın erkek ilişkileri hakkında klişe bir çıkarımda bulunup duvarlar var demişim. Var abicim duvarlar elbette; ama aşılmaz değil. Aşınca ne güzel şeyler var bir bilsen. Duvarları göremez oluyorsun bir süre sonra. Zaten duvar dediğimiz şey yani sadece beton ve taş değil ki.
  • Gece 03:18 aşağıda kedi miyavlıyor, ben özlemden kavruluyorum. Kediyle beraber ben de miyavlıyorum. Mauuuv!
  • Bak gördün mü güzelim? Vakt-i zamanında birileri de benim ismimi sormamış içerlemişim. 
  • Nutella-puding karşılaştırmasına bir son veriyorum! Nutellalı puding çıkana kadar ikisini de boykot ediyoruz!
  • Bisiklete binip, hafif esintilerle yüzümü okşana taze yaz akşamı rüzgârına kendimi bırakmak istedim biraz önce. Yazı özlemem ki ben. Yaz tatildir sadece bana; ama ne tatil he...
  • Ben saçma sapan yazmayalı uzun zaman olmuş. Bir aralar buralara benim zihin çöplüğüm diyordum. O laf da benim değildi. Galiba Norval Xavier Blaquiere tarafından edilmiş bir laftı Sinestezya kitabında.
  • Güle güle
  • İyi geceler!

18 Kasım 2014 Salı

holosko artı bir miktar yara

rejisörler senden yana
mevsimler ve uçan halılar
son sahne sarhoşuyuz belki de hala
o filmin sonunda ağlayacaktık galiba
gözümüze dünya kaçtı 
beyazıt’ta
ne meydandı ama
elektrik kokuyor her yanımız
insan hakları mı diyorduk
beş heceli başka bir şey mi yoksa
anne bir on iki eylül yarasıdır
merkez sağ bahsini çokça söylemiştik
gözlerinden geçiyoruz
guantanamo’nun kapısı açık kalmış yine
emperyalizm de kahrolmadı
bir sigaran var mı?
çünkü bir sigara serbestledikçe beş vakit piyasa
holosko artı bir miktar para
dünya değiştirilebilir biraz sıkı tutunca
mezar geceleri, dört kollular
iyi bilecek olanlar asla

eksik pansumanlara razıdır ikna odalarında
son kez yüksek sesle batının ilmini mutlaka
sigarayı yakınca otobüsün gelmesi 
ontolojik bir sorun değildir ayrıca
holosko artı bir miktar yara
statükoya armağan olacaktır varlığım
bakışları kapital, iyi halden marksist
kerbela görüce zülfikarı susan gönüllere deva
her şeyi devletten beklemek uzunca bir kış gibi
yakacak içimizi tevhid-i tedrisatın ateşi
söz, kıymetli bir mayındır
meclisten içeridedir
şubatlar çok sert geçer
senetler ve de aşklar
merhem olunuyorsa 
ve salyangoza sürekli zam yapılıyorsa
mahallemiz işgal altındaysa
burada yabancıları sevmezler
evet evet tam olarak burada
ceo olmak istemiyorum diye uyanılan kabuslarda
hangi sosyolojik yaraya varılır bilmem
uçan halılarda yerimiz yok, anladık
ve babaannesi baş örtülü adamlar 
memleket meselesidir hala
tab edilmemiş yaslardan geçiyoruz kaç zamandır
adettir çünkü yazıldığı gibi ölünür burada
ışık şiirden yükselirse
yanık kokuları yusufiye’dir
doğudan gelenlerin hepsi bize hatıra
bir ölünün ardından bakakalmak gibiyiz
bazı ikindiler hep böyledir, sen bize aldırma
adımızı tahtaya yazıyorlar, pek konuşmuyoruz oysa
yine de çok yakışıyoruz tahtaya
bazı ikindiler hep böyledir
yazıldığı gibi ölünür, sen bize bakma
gösterdiğin yolda hiç durmadan yürüyeceğime
holosko artı bir miktar para
yaralı serçeleri manşete taşımıyor dünya 
dünya bunu hep yapıyor
çirkin kurbağalar öpmekten yorgunuz sanma
misafirliğin zekatı ayakta beklemek
dünyaya tabiyiz her gün 
bekleme odaları kadar gergin
karateciler nedense hep yeşil kuşak
seksen sonrasıyız dedik ya en fazla nakarata eşlik ederiz
burada konuyu değiştirmek isterdim aslında
yağmurda bazen mecaz da ıslanır
iyi ki bir metin yüksel’iniz var lan diyenlerden geçtim
geçtim dünya üzerinden
lapa pilava da risotto diyorlar ısrarla
tamam lan siz haklısınız, şiir rönesanstan büyüktür
şiir ve rönesans aynı cümlelerde hep biraz eksik
son teklifimdir dünyaya
uslu çocuklar çarmıha
holosko artı bir miktar yara
çirkin kurbağalar öpmekten yorgunuz sanma
romancılara bayılan baş örtülü kızların 
hayır hayır bu şarkı bizim değildir
bu kemancılar ve bu beşinci sınıf artistlik acılar
nükleer silahlarla şiir de yazılmaz
tek kişilik acılarla kaplıdır çünkü uçurtmalarımız
jilet bağlanmıştır telaşımıza henüz erkenden
çocukluk denmez ya buna, olsa olsa kundaklama
şimdi ölebiliriz aslında bir proleter gibi 
dikeriz gözlerimizi belki hayata 
uhud’un okçularından rol çalıyor nasılsa dünya
o filmin sonunda ağlayacaktık galiba


~güven adıgüzel

20 Ekim 2014 Pazartesi

mesaj

uludağsözlük'te dört seneyi aşkınlık yazarlığım var. uzun zamandır girmiyordum bugün girdim ve mesaj kutusunun dolduğunu gördüm. enfes bir mesaj bırakılmış onu yazacağım. cevap istenen türden bir mesaj değil:
"
telefon rehberini sildim.
610 fotoğraf.
152 müzik.
saçlarımı kestim-kulak mememin üşümesi için biraz daha kesmeliymişim-
parmağıma bir ip taktım.
tüm bunlar yeniden başlama evresi.
saçlarıma bakıyorum, artık kırık yok.
aynaya bakıyorum saçlarım gibi değil.
içimde bir şeyler çok kırık.
evde kendimi tamir ediyorum;
beni uyandırıyor marmara:
"aşk için değildi artık uyanıklığı gecenin,
bir dünya için
bir dünya yeni"
alışkanlıklarımı bırakıyorum yavaş yavaş. bıraktıklarım çok acıtıyor.
bıraksam kendimi
nasıl koşarım geri. sarılırım sımsıkı.
kırmak istemiyorum beni.
üzülsün istemiyorum.
artık saçlarım uzasın.
bir rüya gördüm;
aynı evin içindeyiz onunla.
mutfak,koridor,banyo.
ama hiç karşılaşmıyoruz.
neden bu kadar yakınken dokunmuyoruz? -onunla-
sonsuz olduğunu düşünüyorum, hayal ediyorum:
bunu biliyor ve bu yüzden hep geç kalıyor.

bu rüyadan uyandığımda marmara ile beşinci kata çıkıp bağıracağız::
ey iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini gördüm ben."
hiç tanımadığın biri dediler, hiç tanımadığın birinden başla.
ölüm yine kendi içimde,belki bu gece."

15 Ekim 2014 Çarşamba






















14 Ağustos 1932
Anaïs

Bir daha aklıselime kavuşabileceğimden emin değilim. Mantıklı davranalım. Bu bir Louveciennes evliliği oldu, yadsıyamazsın. Tenimde senden parçalarla ayrıldım yanından; bir kan okyanusunda, senin arı ama zehirli Endülüs kanının okyanusunda yürüyorum, yüzüyorum. Yaptığım, söylediğim, düşündüğüm her şey bu evlilik ekseninde dönüp duruyor. Seni evin hanımefendisi olarak gördüm, koyu tenli bir Mağripli, beyaz bedenli bir zenci, tüm bedeni her yanı gözden ibaret — kadın, kadın, kadın. Senden uzakta yaşamaya nasıl devam edebileceğimi bilenmiyorum. Bu ayrılıklar ölüm artık. Hugo geri dönünce ne hissettin? Ben hâlâ orada mıydım? Onunlayken de benimle olduğun gibi olduğunu hayal edemiyorum. Sıkıştırılmış bacaklar. Kırılganlık. İhanet edenin tatlı boyun eğişi. Kuş uysallığı. Benimle tekrar kadın oldun. Neredeyse dehşete kapılmıştım. Otuz yaşında değilsin — bin yaşındasın adeta.

Geri döndüm belki ama hâlâ tutkuyla doluyum, sıcak şarap gibi dumanlar saçıyorum. Yalnızca tensel bir tutku değil bu, sana açım, içimi parçalayan bir açlık. Gazetelerde cinayetler ve intiharlarla ilgili makaleler okuyorum ve kesinlikle anlıyorum. Kendimi bir katil olarak, intihar eden biri olarak hissedebiliyorum. Hiçbir şey yapmamanın, zamanın geçişini izlemekle yetinmenin, felsefi bir yaklaşım benimsemenin, mantıklı olabilmenin utanç verici olduğu hissine kapılıyorum. Erkeklerin bir eldiven, bir bakış vb. için kavgaya tutuştuğu, birbirini öldürdüğü, öldüğü zamanlar nerede kaldı? (Biri Madame Butterfly’ın o korkunç ezgisini çalıyor – “Bir gün gelecek o”!)

Hâlâ mutfaktan zencilere özgü o hafif sesinle şarkı söylediğini işitiyorum. Armonisiz, tekdüze bir Küba ağıtı söylüyorsun. Mutfaktayken mutlu olduğunu ve pişirdiğin yemeğin birlikte yediklerimizden daha iyi olduğunu biliyorum. Sık sık tenini yaktığın halde hiç sızlanmadığını biliyorum. Binlerce gözle bezenmiş, Tanrıça Indra’ya yaraşır elbisenle çevremde dolanıp dururken, yemek salonunda öylece otururken ne büyük bir mutluluk ne büyük bir huzur yaşıyordum.

Anaïs, eskiden seni sevdiğimi sanardım; bugün hissettiğim gerçekliğin yanında hiçbir şeymiş. Hayattan çalınmış kısa bir zaman olduğu için mi muhteşemdi bu? Birbirimize, birbirimiz için bir oyun mu oynuyorduk? Daha az mı “ben”dim, daha çok mu “ben”? Ya sen, daha az mı “sen”din, daha çok mu “sen”? Bunun devam edebileceğini düşünmek delilik miydi? Tekdüzelik ne zaman ve nerede başlayacaktı? Olası hatalarını, zayıf noktalarını, tehlikeli yanlarını keşfetmek için o kadar inceledim seni ama bulamadım, en ufak bir parça bulamadım. Bu âşık olduğum, kör, kör, kör olduğum anlamına geliyor. Sonsuza dek kör. […]

Şu anda gözlerinin ardına kadar açıldığını biliyorum. Asla inanmayacağın şeyler, bir daha yapmayacağın hareketler, bir daha yaşamayacağın acılar, şüpheler var artık. Şefkatinde ve zalimliğinde neredeyse suç denilebilecek bir kor ateş. Ne pişmanlık ne intikam; ne acı ne suçluluk. Yalnızca yaşamak, tadını aldığın ve istediğinde yeniden bulabileceğin çılgın bir umut, bir neşe değilse ne koruyabilir seni uçurumdan! […]

Hayat ve edebiyat iç içe geçmiş, aşksa dinamosu, sen bukalemun ruhunla bana bin türlü aşk sunuyorsun, hâlâ burada, hâlâ sağlam. İçinden geçtiğimiz fırtına ne olursa olsun, neredeyse her yerde kendimizi evimizde hissediyoruz. Her sabah görevimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Sen kendine olan güvenin günbegün artarak, istediğin zengin hayatını yaşıyorsun ve güvenin arttıkça beni daha çok istiyor, bana daha çok ihtiyaç hissediyorsun. Senin daha boğuk, daha genizden artık, gözlerin daha kara, kanın daha yoğun, bedenin daha dolgun. Şehvet dolu bir kölelik, zorbalık dolu bir ihtiyaç. Görülmedik düzeyde bilinçli, ölçüsüz bir zalimlik. Deneyimin sınırsız hazzı.

Henry Miller

20 Eylül 2014 Cumartesi

Bugün saçları ağarmış ve dökülmüş bir ihtiyar bana "Biz 68 kuşağıydık! 6. Filo'yu denize döken hani. Hafta sonları hep Taksim, Beyazıt meydan meydan dolaşırdık. Her hafta Kadıköy'de kavga olurdu orada kavga ederdik. Şimdi mücadele gençlerde, biz gençlerin önünü açtık sıra onlarda." dedi. İçimden "Siz kavgayı oluşturdunuz da bize bırakmadınız ki! Bak hâlâ kendinizi anlatıyorsunuz, bizim yaptıklarımızı göremiyorsunuz. Biz kendi kavgamızı oluşturduk." dedim. Ama dışımdan "Ooo ama biz bu gazla Halkevi'ni işgal ederiz bakın." deyip keh keh güldüm.

Annemin babası olan dedem, vakti zamanında annem mücadele içine girince "Biz(68 Kuşağı) yapamadık devrimi, siz mi yapacaksınız?" diye rencide etmiş. Annem ona bir cevap vermiş ama şuan hatırlamıyorum ne dediğini. Latin Amerikalı, muhtemelen Meksikalı bir adamın sözü vardı: Tecrübe yaşlıların gençleri elimine ettikleri bir argümandır cinsinden bir laf ediyor ve devam ediyor, tecrübesizlik bu tür konulara daha entelektüel bakış açısı kazandırabiliyor.

Babam, ben lisede mücadeleye girince "Şuan devrim yönünde bir rüzgâr yok, bu dönemde mücadeleyi böyle keskinleştirmek akıntıya karşı kürek çekmektir enerji kaybıdır." demişti. Ben de ona "O hâlde, biz bu rüzgârı yaratacağız baba." demiştim. 95'ten bu yana süregelen dönemin, 98'le 2006 arası, tam olarak olmasa da kayıp denilebilir. Fakat 95-98 ve 2006-günümüz süreci önemsenmelidir, önemsenecektir. Tarih, galipleri yazar. Brennus etmiş bu lafı, Roma'yı alaşağı ettiğinde Galyalı komutan. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi işgali, Ankara DTCF olayları, 98 yıl hapis cezaları... Daha sonra yumurtalama eylemleri, "çeviklere ısmarladım çay gele çay gele," "geliyorlar ellerinde mavi bayraklar," falan. Say say bitmez.

Bizler, bu nesil, eğer tarih sonuna 8 konulacaksa illâ 2008 kuşağı, kendi rüzgârımızı yaratıyoruz Türkiye'de.

Kaldırım taşlarının altındaki kumsalı görmek istiyoruz!
Daha güzel bir dünya mümkündür diyoruz!
Üreten biziz, yöneten de biz olacağız diyoruz!

İsyan var!

9 Eylül 2014 Salı

trenler, trenler, trenler çarpsın bana

ya da ben cezamı farklı şekillerde çekeyim. böyle olmasın ama. böylesini istemiyorum. bu olmaz, yasak olsun. lütfen.

bir cenaze evinde gülersin, sonra tek başına bir odaya kapanır herkes, sessiz sessiz ağlar. herkes, herkesin ağladığını bilir.

babanın babası ölürse, babanın babası öldüğünde, babanın gizlice ağladığını, hele ki onu üzdükten sonra görünce. bir de üstüne çok sevdiğini, pek sevdiğini, sevdiğini anlatamadığını üzünce.

gözlerim yanıyor, su tutuyorum geçmiyor.

yaraladım. yaralarınızdan öpmem gerekirken bir yara da ben açtım.

kendimi suçlamak da fayda değil. zarar hatta, acizlik. aciz değilim; ama suçluyum. fetva bana ait, basın mührü, cezamı çekeyim.

22 Ağustos 2014 Cuma

biraz ordan biraz burdan, hayata giriş 101

PERDE 1
Sahne 1
Yer: Arkadaş Evinin Balkonu
Oyuncular:

  • Esas oğlan
  • Esas oğlanın arkadaşı
  • Esas oğlanın arkadaşının kardeşi
  • Esas oğlanın arkadaşının kardeşinin arkadaşı
Dekor: İki bilgisayar, iki küllük, dört bardak, bir kanepe, sürgülü cam kapı, birkaç saksı çiçek.

ESAS OĞLAN:(girer, etrafa bakınır)Ne yani şimdi sen gene mi ayrıldın Tuğba'dan?
ESAS OĞLANIN ARKADAŞI: Evet(başını batan güneşe doğru çevirir) ve hiç bu konu hakkında konuşmak istemiyorum.
ESAS OĞLANIN ARKADAŞININ KARDEŞİ: Dangalaksın abi.
ESAS OĞLANIN ARKADAŞI: Kes lan sensin dangalak. Kola doldur.
ESAS OĞLAN: Hakikaten dangalaksın. Ya da değilsindir, ne yaptığını biliyorsundur. Öyle umuyorum. Ulan zaten lisede ne kadar hoşlandığım kız varsa hepsiyle çıktın. Yok yok! Sen kesin dangalaksın.
ESAS OĞLANIN ARKADAŞI:(piç sırıtışıyla) O senin salaklığın kardeşim. Biraz hızlı olacaksın bu işlerde.
ESAS OĞLAN: Siktir len!

sahne değişir

ESAS OĞLAN: Uyudular mı lan?
ESAS OĞLANIN ARKADAŞININ KARDEŞİNİN ARKADAŞI: He ya abi uyudular.
ESAS OĞLAN: Ulan adam evine çağırdı, ama uyuyor. Olur mu lan böyle?
ESAS OĞLANIN ARKADAŞININ KARDEŞİNİN ARKADAŞI: Haklısın abi. Olmaz.
ESAS OĞLAN: Olm sen de sürekli beni onaylama ihtiyacı hissetme, haksız olunca haksızsın de. Dik dur, kimseye abicilik yapma.

sahne kararır...

Sahne 2
Yer: Hastane
Oyuncular:

  • Esas oğlan
  • Esas oğlanın babası
Dekor: İki koltuk, bir klima.

(sessizce beklerler. esas oğlan bu sessizlikten korkar, olmak istediği yer burası değildir. kendini olaya vermekte zorlanır. kafası bulanır, başı döner. konuşmazlar. ortalık o kadar sessizdir ki oğlan kendi kalp atış sesini duymaya başlar. gözleri kararır, kafası babasının omzuna düşer. uyuklar)

perde iner, sahne biter. 10 dakika ara ki bulasın...

PERDE 2
Sahne 1
Yer: Kabristan
Oyuncular:

  • Esas oğlan
  • Akrabalar
  • İmam
  • Kabristan görevlileri
Dekor: Bir tabut, bir kazma, iki kürek. iki metre uzunluğa bir metre genişlik standart bir mezar, birkaç parça gözyaşı.

İMAM: ...Bilhassa Allah rızası için el-fatiha...
sessizlik...
daha çok sessizlik...
ESAS OĞLAN: Hastane sessizliği mi daha zor, kabristan sessizliği mi? Yoksa ikisi birbiriyle karşılaştırılmayacak derecede büyük şeyler mi? Ne zaman bulunacak bu sessizliklere çare?
AKRABALAR:(kimi bağıra bağıra, kimi sessizce ağlaşır)
KABRİSTAN GÖREVLİSİ 1: He ya, devlet zam yapacak diyorlar bizim işe ama ne zaman olur Allah bilir.
KABRİSTAN GÖREVLİSİ 2: O işi unut dayıoğlu, devlet ne zaman zam yaptı ki şimdi yapsın. Geçicen o işleri.
ESAS OĞLAN: Anladım. Zam yapılınca bulunacak o çare...

sahne kararır

Sahne 2, Son Sahne
Yer: Yatak odası
Oyuncular:

  • Esas oğlan
Dekor: Yatak, çarşaf, çarşafa sıkışmış aşk, yastık, pike.

esas oğlan kabusundan terlemiş olarak uyanır, etrafına bakınır. karanlık... geri yatıp pikesine daha sıkı sarılır. esas kızın ellerini öperken uyuyakalır...

14 Ağustos 2014 Perşembe

ayrı kalınan zamanlara bir sevda güzellemesi(yarı fazlı senkronize uyak)

olduğu kadar, olmadığından fazla
ne olur sanki bir deniz
dökülmek istese ırmağa?
olası bir savaş anında
yahut bir çatışmada
aman canım
hadi en olmadı bir kavgada
yanında olduğundan daha mı sıcak olur
elimdeki izi kalmış yara?

gel biz seninle kıyıda köşede kalmış elementleri didikleyelim
kar yağsın, güneş açsın, yağmur yağsın, sıcak olsun
her mevsimi yaşayalım da, ömr-ü baharımızda
olduğu kadar, olmadığından fazla.

olmak, oldurmak, olmamak.
sunmak, sundurmak, sunmamak.
tek göz bir pencere, orada, allahıma orada!
bir bahçe, serin, ıslak.
ellerin, yumuşak, sıcak, şefkat
ellerim, ellerine yakışan.
yatak yatak yatak...

geceye ve gün doğumuyla
bir kupa kahve
iki dal sigarayla yanında
ve gün doğumuyla, bundan bahsetmiş miydim?
ve gün doğumuyla, dido ve kartaca
kartaca! ey kartaca! elissa!
ve gün doğumuyla, sen
geceye durmuş ömrüme
iskenderiye feneri etkisiyle gelmiş olan
ares'ten kaçarken sığındığım artemis
tarih içinde isim değiştirmişim
kekik yaprağım, safran çiçeği kokulum
ömrüme en güzel şekilde giren, sen
evet sen, sana, senin için kelimelerim
tam kararında katılmış demli çayım
darjeeling'e düşen yıldırım
babil'e yolu düşen iyiliğim
semerkand'ı tavaf eden softam
kartaca! iskenderiye! semerkand! isfahan!
şam kervanlarında rastladığım
mezopotamya'nın kurak topraklarında
bir osmanlı karakolu önünde gördüğüm
boynumdaki istemediğim zincire konan kırlangıcım
yârim, yârenim
hepsi sana.

denize dökülen bir ırmak göster bana
keçiye tırmanan bir ağaç ya da
hadi hiç olmadı deveye bağlanmış bir hurma

hiçbirinin önemi kalmıyor aslında
sana sarılınca, duyunca, yorulunca.

12 Ağustos 2014 Salı

O captain! My captain!




















"o captain! my captain! our fearful trip is done,
the ship has weathered every rack, the prize we sought is won,
the port is near, the bells i hear, the people all exulting,
while follow eyes the steady keel, the vessel grim and daring;
but o heart! heart! heart!
o the bleeding drops of red, 
where on the deck my captain lies,
fallen cold and dead." ~walt whitman

ey kaptan! canım kaptanım! korkulu yolculuğumuz sona erdi 
bütün tehlikeleri atlattı gemi, kavuştuk isteğimize kavuştuk, 
liman şuracıkta, bak, çan sesleri geliyor, sevinç içinde halkımız, 
gözler dümdüz ilerleyen teknemizde, teknemiz gururlu, korkusuz; 
ama ey yürek! yürek! yürek! 
ey kanayan kırmızı damlalar, 
orada- güvertede kaptanım yatıyor, 
buz gibi olmuş, ölmüş. 

Tüm ölü ozanlarla beraber... Işıklara yolun olsun kaptanımız.

9 Mayıs 2014 Cuma

"em di nav stêrkan de radizên bi xeyalên miptela bi hogiran re bextewarim çi xweş e heyat..."

Vurgun, kesik, sevdalı.
Munzur Dağı!

21 Nisan 2014 Pazartesi

Türkiye'de söylenmiş ilk tango: Seyyan Hanım - Mazi Kalbimde Yaradır

Seyahatname-i Derya'ül Marmara

Merhaba.
Bir yazıya merhaba ile başlamayalı uzun zaman oldu. Bunun sebebi kimseyle birebir konuşuyor gibi yazmıyordum. Yazdığım ise zaten "Aç yüreğini bir merhabaya/Kardeşin duymaz, eloğlu duyar." tarzındaydı(yandı dertler bitti tasa, ben kurbanım bu cambaza). Cuma akşam saat 21:00 itibari ile başlayan İstanbul seyahatim bu sabah 8:30 itibari ile bitti. Bu kez boynu bükük ayrıldım.Dudağımın kenarında buruk bir gülümseme, tam busenin konduğu yerde hem de! Baştan söylemek isterim, şikayetname değil, seyahatname. Hatta belki de kelle-i şerif. Uzun ve uykusuz bir yolculuğun ardından gördüğüm ilk manzarayı fotoğraflama niyetindeydim. Lâkin, instagram fotoğrafçıları gibi bir fotoğraf çekebildim, pişmanım. MAKİNEMİN LENSİ BOZUK! YERE DÜŞTÜ! Neyse, fotoğraf birazdan geliyor. Hava durumu havanın kötü olduğunu söylüyordu; ama benim "şansım" mı desem artık ya da gittiği yere götürdüğü pozitif enerji mi desem(çünkü ben en son geldiğimde bir haftadır harika olan İstanbul'da bir anda berbat bir soğuk başlamıştı) hava harikaydı! Ama ne harika. Belki de şartlandırdığımdan kendimi. Bilmiyorum, neyse hadi fotoğraf vakti.





















Üsküdar'aa gideeerikeeen bu sefer hava aaçııık. 19 Haziran 2014, Harem. 8:20 dolayları. 8:30'da, Nihat'ın Kahvesi'nde oturuyordum. Bir tane poğaça yedim(google'dan puaça mı poğaça mı diye baktım evet). Üç kadar da çay. Çay iki liraydı çok koydu niye bu kadar koydu? Evde beleş içiyorum(ehueuheuhe). Sevgili ağbeyim Miraç A. için aldığım Tanıl Bora'nın Türkiye'nin Linç Rejimi kitabını bir saatte okuyup bitirdim. Gayet yerinde ve objektif tepkilerle süslenmiş, harika bir vodvil. Yaratılan linç kültürünü, linç kelimesinin etimolojisini, Türkiye'deki kayda geçebilmiş linçleri ihtiva eden bir kitaptı. Yıllarca objektif olamamakla suçlanılan solcuların ve hatta bu ifadeyi veren diğer kesimin(ooo kamplaşma alıyorum bi' dal) mutlaka okuması gereken bir kitap. Neyse, kitap tanıtım yazısı değil; ama kitabın yenilenen kapağı biraz buruk. O yüzden sizinle onu da paylaşmak istiyorum. Sizi diyorum da okuyan ya birdir ya iki. Bir kesin de, iki çok iyimser.
Kapak fotoğrafı: 3 Haziran günü Eskişehir'de Gezi Parkı protestolarında eli sopalı polis-sivil karışımı bir güruh tarafından linç edilen Ali İsmail Korkmaz'ın çevredeki bir kamera kaydından.

Bundan bir hafta kadar önce belki ya da 5 gün önce Çengelköy hakkında yazmıştım. Nefes alıyor, evler yaşıyor demiştim. Daha fazlasıymış, iki gün içinde öğrendim. İki gün içinde ben o kadar çok şey öğrendim ki, bakış açımı değiştirebiliyorum artık. Fakat bu iyi manada bir şey. Biraz kendi çözümlememi yapmak istiyorum. Çekingenlik, inan olsun hiçbir boka yaramıyor. Bir öğretmenim "Bilet almazsan piyangoyu kazanamazsın." demişti. Bir arkadaşım "Eğer her şeye çekingen yaklaşırsan anlatacak bir hikâyen olmaz." demişti. İkisi de haklıymış ben bunu anladım. Uzunca zamandır hissizleşiyordum. Hissizdim, irinli bir kuyunun dibinde çırpınıyordum. Çırpındıkça daha çok batıyordum. İrini bilirsiniz, kesikte oluşan enfeksiyon. Krem rengi iğrenç bir sıvı. Onunla dolu bir kuyunun dibindeydim, lâkin o kuyuyu ben Tartarus Çukuru'ndan daha derin sanıyordum. Hayatımdaki bir yanılgıyı daha anladım. Tartarus Çukuru'ndan daha derin bir kuyu gördüm. İçinden çıkmak istemiyorum. Kaybolup gidiyorum. Kuyu bana vatan, o kuyu, gözleri, gözleri daha derin. Tanımlayamıyorum yetmiyor gücüm. Uzunca zaman sonra, kendimi sıcak, mutlu ve huzurlu hissediyorum. Saçımı uzatma zamanımdan beri(Şubat-2011) rüzgarın saçımı okşayışı bana hep güzel gelir. Herkes şikayet eder mesela rüzgardan. Ben şemsiye kullanmayı sevmem, rüzgar gücenir belki de, ondan ters döner şemsiyeler. Bir bildiği vardır derim geçerim. Araları es geçiyorum çünkü sözüm var Beyrut sokaklarına. O yüzden akşama geçiyorum hemen.

Günlerden cumartesi, yer Huzurtepe. Galatasaray yenilmiş, odada iki Galatasaraylı(biri ben) bir Beşiktaşlı var. Sonradan aramıza Fenerbahçeli de katılınca dört kişi, bir kaç parça güzel şarkı eşliğinde balkona çıkıp, boğaza doğru sigaralarımızı yakmış konuşmuyoruz. Susuyoruz, aramızdaki uzaklık büyüyor. Gözler bambaşka taraflara bakıyor. Biri Pendik'e, biri Haliç'e, biri İzmir'e, biri Beşiktaş'a. Arabesk müzik giriyor, ama güzel arabesk, hakiki. Arab'esk'. Ümmü Gülsüm'ün yolundan gelenlerden. Ümmü Gülsüm dinledin mi hiç? Her Cumartesi sabahı Ümmü Gülsüm dinleyebileceğimiz bir ev olsun. Manzara aşağıda, şarkı burada:
















Günün tatlı yorgunluğu, gecenin muhteşemliğiyle, gece 02:00 civarı martı seslerine müteakip uykuya dalıyorum. Sabah 7:55'te kendi kendime uyanıyorum ve hafif sıkıcı bir havayla yokuşu inip, Nihat'ın Kahvesi'nde beklemeye koyuluyorum gene. Kahvaltı ediyoruz Devran B. ile açık öğretim sınavına yetişmek için beni bırakıyor orada tek başıma. Ben de yanımda getirdiğim ikinci kitabı bitiriyorum(burada arkadaşım yemek hazırladı beş çayına gelmiştik, yemeğe de kaldık şimdi Edith Piaf açtık, dinliyoruz. Arabesk şarkı Fairuz'unmuş mânâsı bana bir flüt vermiş). Kitap Jean Baudrillard'ın Simülakrlar ve Simülasyon. Beynimin aktığını hissediyorum okurken. Neyse, geliyor, gün şenleniyor. Saat çabuk geçiyor bu sefer. Geçmesin istiyorum. Zamanı dondurup kirpiğinde asılı kalmak istiyorum. Çok şey istiyorum. Olacaktır muhakkak. İnanıyorum. Neyse, bir dedeyle torununun fotoğrafını çektikten sonra uyuyan kedinin fotoğrafını çektim.





















KEDİ UYUMA EYLEM YAP! Tam bir Osman. Osman tipi var yani. "Osman naber len?"

Harika bir haftasonuydu. Sonunu yazmayacağım, havada kalsın. Biraz dursun, zamanla her şey daha güzel olacak. Hatta "Her Şey Çok Güzel Olacak." Olacaktır elbet. Bir yazının da en sevmediğim kısmı sonudur. Burada bitsin bu seyahatname, daha sonra yenilerini eklerim. Bu da son olsun.

Hayırsıza dost olmayın.
Nisan 2014, Antalya.

10 Nisan 2014 Perşembe

Serhildan Jiyan E*

Ben pek matah bir adam değilim biliyorum. Hayat hakkında bilmediğim bir çok şey var. Ve ben bunları öğrendiğim zamanlardan nefret ediyorum. Tam diyorum ki oluyorum, aslında daha çimlenmeyi bile becerememiş bir tohum olduğumu fark ediyorum. Oysa ben, kendimi, tohuma kaçmış görüyordum. Meğer değilmişim, meğer yanılmışım. Meğer ben ne çok yanılmışım da haberim yokmuş. Devlete tek başıma kafa tutabilecek cesareti bulabiliyorken, "Yaşamak direnmektir!" diye bağırabiliyorken, sokaklarda hayat var diyebiliyorken... Meğer ben ne ahmakmışım, hiç ders almamışım. Ders almayı sevmediğimi bile bile ders almamışım demek de ironi. Yapacak bir şey yok.
*:Başkaldırı yaşamdır