30 Aralık 2015 Çarşamba

Deniz Tekin - Yitirmeden

Ömür, ömür sanki bir kara kutuymuş 
Gün gelince herkesin açılmış, 
Ama sorarsan hep geç kalınmış 

29 Aralık 2015 Salı

"Sağdıcım, cehennem bekçisinde, bir sıkımlık can"

Bir Hıdır Aslan şiiri, pek de konuyla alakalı değil, yazmak istedim sadece. Başlık konusunda sıkıntı çeker oldum artık. Başlık bulamayınca ya bir şarkı adı ya da bir şiir dizesi koymaya yeltendim. Mühim değil. Mühim olanı unuttuk, arka plana attık, yok saydık, halının altına süpürdük. Şimdi bir boşluk, bir koyvermişlik uzun zamandır boynumdan çekiştiriyor. Boynumdaki atkıyı kesip atsam, çare olur mu bu koyvermişliğe? Bence pek olmaz. Çünkü ne fular suçlu, ne fuların ucundaki ağırlık, ne her gece turuncu yanan sokak lambası, ne de sabahın 5'inde soğuktan titremek suçlu. Suçlu var mı onu bile bilmiyorum, ben hiçbir şey bilmiyorum. Bilmekten alıkoydum kendimi. Sırasıyla susmak, duymamak izliyor bunu, bak bunu biliyorum.

Bir sıkımlık can kalmış burnumun ucunda, sivilce gibi, rahatsız etmemeli. Ediyor, etmesin, etmesin istiyorum. Ellerim ateşe direnemiyor. Soğuk kesiyor elimi. Keskin şeylerden hazzetmiyorum. Biraz daha sakin, biraz daha yumuşak olsun. Hava yumuşak davransın, insanlar anlayışlı davransın, anneme kızmayayım.

"Ah, kimselerin vakti yok
durup ince şeyleri anlamaya..."


Şehirlerarası yollar çok uzun değil aslında, uzun geliyor nedense, 2 saatlik yol bile ceza gibi geliyor. İstemiyorum, kalayım, kalkmayayım, kendime gelmeyeyim. Kapatayım dükkanın kepenklerini, vurayım zinciri, gecenin 3'ünde kendime kahve yapmayayım, sigaraya kalkmayayım, gerçekten bırakayım şu sigarayı. ne zaman sigarayı bıraksam başıma bir şey geliyor. Yaşayalım, yaşatalım. Gene asılıyorlar boynumdan. Ne var yahu bu atkıda? Nesi var asılınacak? Asılmayın kardeşim! Canım acıyor canım! Sen n'apıyorsun? Çekmek istiyor musun atkımı, boğazımı sıksın istiyor musun? Beni mi soruyorsun? Beni sorma, bak Gülten Akın ne demiş:

"Beni sorarsan
Kış işte..."

9 Aralık 2015 Çarşamba

Forabandit - Vesionari

Kaplu kaplu bağalar
Kanatlanmış uçmağa
Kertenkele derilmiş
Diler Kırım geçmeğe

Kelebek ok yay almış
Ava şikâra çıkmış
Donuzları korkudur
Ayuları kaçmağa

Ergene'nin köprüsü
Susuzluktan bunalmış
Edirne minaresi
Eğilmiş su içmeğe

Kazaza balta koydum
Çevirişin deremezim
Çuval çayırda gezer
Segirdüben kaçmağa

Allah'ımın dağında
Üç bin balık kışlamış
Susuzluktan bunalmış
Kanlı ister göçmeğe

Leylek koduk doğurmuş
Ovada zurna çalar
Balık kavağa çıkmış
Sögüt dalın biçmeğe

Bir sinek bir devenin
Çekmiş budun koparmış
Salinuban seğirdür
Bir yâr ister koçmağa

Bir aksacık karınca
Kırk batman tuz yüklenmiş
Gâh yorgalar gâh seker
Şehre gider satmağa

Donuz dügün eylemiş
Ayuya kızın vermiş
Maymun sındı getirmiş
Kaftan gömlek biçmeğe

Deve hamama girmiş
Dana dellallık eder
Su sığırı natır olmuş
Nöbet ister çıkmağa

Kaygusuz'un sözleri
Hindistan'ın kozları
Bunca yalan söyledin
Girer misin uçmağa

Kaygusuz Abdal

26 Kasım 2015 Perşembe

Prelude

Bazen öyle dolar ki insan, boğazını geç burnunun ucuna kadar gelir acı. Ciğerin topak topak olduğunu hissedersin her nefes alışında. Daha bir acıtır, daha bir üzer. Ben biliyorum, ben yaşadım, ben gördüm. Nasıl bir şey biliyor musun? Mor gibi, biraz boğucu, hafif iç karartıcı. Gece uyanıp tavanı seyretmek gibi. Hatta bazen sırf tavanı seyretmekten bu hâle gelebiliyor insan. Ben biliyorum, ben yaşadım, ben gördüm. Ben hiç boğulmadım. Ben fiziki anlamda boğulmadım. Ama ben boğuldum. Çok boğuldum, göğüs kafesimin üstüne dağlar çöktü. Ben içindeki çiçekler ezilmesin diye çok mücadele ettim. Çok yoruldum, ama yılmadım. Düşünmedim değil benim içimdeki çiçekler acaba hercai menekşe mi diye. Çoğu zaman öyle çıktı. Üzüldüm, üzüntüm çabamdan dolayı değildi. Başka bir şeydi, adını koyamadığım bir şey. Koyamıyordum, ben adını koyamadığım şeyleri koyabilir oldum. Ama hâlâ o kadar çok terim var ki kendimce tanımlamam gereken. Çıkar ilişkisine dayanan hiçbir ilişkiyi; arkadaşlığı, sevgiyi, muhabbeti reddettim, reddediyorum, reddetmeye devam edeceğim. Bu benim en meşru hakkım. Yoksa ben olmam, sülük olurum. Başkasının kanıyla ayakta kalırım. Ama benim bahsettiğim bu tür bir şey değil. Bitkilerin çeşitlilik için tozlaşması gibi bir şey. Olmazsa olmaz mı? Neden olmasın kendi kendini de tozlar. Ama çeşit olmaz. Ben bunu seviyorum. Benim daha önümde çok yol var. Önümüzde çok engel var. Düzlüğe çıkmadan pes edenleri gördüm, engellere gelmeden pes edenleri gördüm. Hatta benim hayatımda değil; ama düzlüğe çıktıktan sonra haydi eyvallah edenleri de gördüm. Bunları neden yazıyorum biliyor musun? Aklımı karıştıran şeyler bunlar değil. Aklımı karıştıran şeyleri tam adlandıramamak korkusunu bunlar dolduruyor. Adlandırmak, bir şeye ad vermek, yani anlam vermek, anlam yüklemek, görev yüklemek. Bunu yapamadığımdan dolayı aklım karışık. İçin kararmasın, içim karanlık değil. Göle çamur düştü diye göl hep çamurlu kalmaz, gölü besleyen bir damar var. Günü gelir ben daha berrak olurum. Korkum yok.

hiç bitmeyecek bir tren yolculuğunun ara istasyonundan...

18 Kasım 2015 Çarşamba

Dürüm Raporu

Yoluna çıkan kaç kirpiye selam verdin? Kaç kirpi seni görünce korkudan kapandı? Bunları umursuyor musun? Hayatın olağan akışına idari müdahaleler yapmalıyız. Ani gelişen şeyleri severim; ama taammüden yapılan işleri de severim. Bu beni ne tür bir insan yapar? Bunları sorun edinmeli miyim kendime? Neden sorular sormaktan çekiniyorsunuz? Çekinmeyin, çekinmeyelim.

Uzunca zamandır yazmadım buraya. Özel yazıyorum, hazırlıyorum. Birikti söylemek istediklerim. Sahibi var, sahibi bekliyor, sahibi okuyacak. Sözlerimin sahibi var. Sabahlarımın sahibi var. Gülümseyişimin sahibi var. "Benim yârim memlekatın yarısı."

Son 4 yıldır televizyon izlemeyi bıraktım, otobüs camından dışarıyı izliyorum. Haberler kötü, kırlangıçlar azaldı. Yol kenarında sahipsiz sardunyalar var ve belediye çiçekleri yaşatmak yerine ölünce yenisini dikiyor. Belediye başkanı şantiye yanlısı. Sokak kedileri artık benden kaçmıyor. Köpekler zaten severdi, onlarda bir değişiklik yok. Arada kasise girince kafam otobüsün camına çarpıyor, o kötü oluyor. Onun dışında bir saatlik yol iyi gidiyor genelde. Sabah güneş doğmadan biniyorum otobüse, güneş yüzüme vurana kadar uyuyorum. Sonra uyanıp etrafımdaki sırıtışı solmuş insancıkları izliyorum. Neyse ki izleyişim kısa sürüyor, Akdeniz karşımda uçsuz bucaksız uzanıyor, sakince. Kemer yolunu görebiliyorum hava nemli değilse. Tüm bunlar 5 saniyede olup bitiyor. Hayatın olağan akışına iradi olmayan müdahalelerden. Ama taammüden.

Dönüş yolu sıkıcı oluyor genelde. Çünkü ne güneş vuruyor yüzüme ne de denizi görebiliyorum tekrar. Beton görüyorum bol bol. Birkaç duvar yazısı, afiş, sticker... Neyse konumuz bunlar değil. Dönüş yolu çok sıkıcı. Ana konu bu. Herhangi bir altmetin yok, satır arası yok. Bu kadar.

Gittiği yoldan dönmeyen otobüs samimi değildir!

Nasıl başladı nasıl bitti, bak görüyor musun?

22 Eylül 2015 Salı

"Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli
belini sarmayalı
gözünün içinde durmayalı
aklının aydınlığına sorular sormayalı
dokunmayalı sıcaklığına karnının

yüz yıldır bekliyor beni
bir şehirde bir kadın

Aynı daldaydık, aynı daldaydık
Aynı daldan düşüp ayrıldık
Aramızda yüz yıllık zaman,
yol yüz yıllık

yüz yıldır alacakaranlıkta
koşuyorum ardından." ~Nâzım Hikmet



7 Ağustos 2015 Cuma


Otobüsler yol alır
Bu şehir burada kalır
Güz yanığı, gül dalında
Sevdası bülbülde kalır


Penceremden dışarısı
Ceviz ağacı

Kimleri kucaklıyor
Dağların yamacı

9 Temmuz 2015 Perşembe

apartmanın girişindeki lambayı biz kırdık, tüm 18 yaşındaki erkek çocukları. beraber kırdık.

ne kadar sevdiğimi unutmuşum o öyküyü

20 Haziran 2015 Cumartesi

3 Haziran 2015 Çarşamba

Durumsuzluk raporu

Zaman sargılar mı yaralarımızı? Yoksa sadece gözümüzün önünden geçip giden toz taneciği midir zaman? Hiçbir şeye hiçbir olaya ilgisi yok mudur, sadece kapsar mı? Ama sadece kapsamak da bir ilgi değil midir? Tekrar soru sormaya başladım çok fazla. Tekrar yazılarım algılarını yitirmeye başladı. Konu bütünlüğümü tam yakalamışken nefes alamaz duruma nasıl geldim? Bitsin şu dönem. 2014-2015 ne güzel bir dönem olmak için uğraştı çok uğraştı. Geneli de çok güzeldi zaten. Arada birkaç çürük yumurta elbette çıkacak çıkmaz değil. 2015 daha bitmiş de değil. Bu bir dönem değerlendirmesi hiç değil.

Gezi Direnişi zamanında bir rüya görmüştüm. Kıpkırmızı elbisesiyle bir kadın dans ediyordu çiçeklerin arasında, kulağıma fısıldıyordu "Can... Can..." makyajı akmış, ağlamaktan gözleri kızarmış. Kırmızı ne güzel yakışıyordu. Yüzünü hatırlamıyorum. Uyanıp haberleri izlemiştim. Sonra olaylar çığırından çıktı zaten.

Çok sonra gördüm. Sen olduğunu bilseydim, görebilseydim. Geç gördüm, affedersin. Affedersin sen. Af dilememi sevmesen de affedersin. Şefkatin gözlerinden, ellerinden taşıyor farkında değilsin. Çok sıksan kırılabilecek bir cam bardağı tutar gibi dokunuşların. Sert ama yumuşak. Sıcacık. Enfes.

Zaman çevreler bizi. Tüm evreni, evrendeki her parçacığı. Aramıza giren boşlukta zaman vardır uzayla çakışan. İkimizin oralar ne ferahtır şimdi.

Bir yaz akşamı, bunalmış vaziyette...
Antalya ve yakın çevresi.
Haziran 3, '63

9 Mayıs 2015 Cumartesi

vücut bir yerde, kafa başka yerde olunca sana "yahu biraz durgun gibisin?" derler.

26 Nisan 2015 Pazar

"benim yârim, memlekatın yarısı
gökte uçan durnam, kanadını burma
vay dudu dillim aman aman
yandı yüreğim aman aman
yandı ciğerim..."
            ~hozurdayor aşağı imaret arısı, kastamonu türküsü

20 Nisan 2015 Pazartesi

Emma, Luna ve Bursa

İki gecedir Emma ve Luna'yla uyuyorum. Öyle tatlılar ki, anlatamam. Geliyorlar uzanıyorlar yanıma, sıcacık. Hüzünlü biraz. Emma'yı çok özlemişim. Daha gelir gelmez öptü beni evde Emma. Kediler burnunu sürterek öpüyormuş. Ayakkabımı çıkarmak için eğildiğimde üst üste 3-4 kere burnunu burnuma sürttü. Luna ilk başlarda pas vermedi, ne de olsa yeni tanışıyoruz; ama hemen kaynaştık onunla da. Şimdi su sızmıyor aramızdan.

Seher'le Feyza kardeşleri yüz yüze tanıma fırsatım oldu sonunda. Feyza'yla sarıldık biraz. Babaları öldüğünde Seher'i aramıştım Feyza çıkmıştı. Fazla konuşamamıştım onunla. Kendimi kötü hissettiğimi söyledim bundan dolayı. Sarıldık bir şey demeden. Sonra eskiden konuştuk.

Çetin, Onur, Selim ve Turan'la tanıştım. Hepsi birbirinden enfes insanlar.

Bu gece gene yol var. Emma ve Luna'yla son saatlerim. Şimdi bunları yazarken Emma kucağımda, Luna ayaklarımın dibinde. 

16 Nisan 2015 Perşembe

Sırtımdaki kadim ağrı

Sırtım ağrıyor. Uzunca zamandır. Sebebini hâlâ çözemedim bilmiyorum, bilmek istemiyorum. Kalsın orada yaşadığımı hatırlatıyor. Sanki hatırlatan birsürü bokpüsür şey yok gibi. Yaşadığımı hatırlamak, acı çekmeme sebep oluyor. Dakikalar geçmiyor, saatler duruyor, günler sırada bekliyor. Fakat bir an yaşamaktan kopunca insan zaman nasıl da hızlı akıveriyor. Sonra birden uyanınca, önce ayılamıyorsun, sonra kafanı kaldırmaya çalışınca başın dönüyor. İşte o baş dönmesini her zaman yaşıyorum ben. Her an uykudan uyanır gibi... Ocakta yemeği unutmak gibi... İmlâ kurallarına uyayım derken saçmaladığın gibi... Bunun gibi şeyler işte. Olması gerekenin ne olduğunu biliyorum. Ama benim sırtım ağrıyor. Sırtım niye bu kadar çok ağrıyor?

Bu gece salonda yatsam mesela ya da tekli koltuklarda uyuyakalsam. Ne zamandır uyuyakalmıyorum koltukta. Eskiden çok olurdu. Sabah her yanım tutulmuş kalkardım. 2013 yazını hatırlıyorum. Ne güzeldi, 2011 yazından güzeldi en azından. Şimdi olduğu gibi hatırlayamıyorum. Not tutuyordum o yazdan önceki bahar. Karanlığa batmışım, balçığa bulanmışım, hareket edemiyormuşum. Şimdi? Kanatlarım kırık gibi hissediyorum. Geceleri yatağa girince göğsüm yanıyor. Sabah uyanınca göğsüm acıyor. Daha fazla acımaz herhalde diyorum, her seferinde daha fazla acıyor. Kedim her gün elimi yalıyor. Son bir haftadır hep benimle yatıyor. Yanımdan ayrılmıyor. Elim değince bile su kaynatmaya başlıyor.

Kaçış aramıyorum hayatımda. Kaçmak istemiyorum. Düşüncelerimi toparlayamıyorum. En toplu hâli şuan, kaybetmek istemiyorum. öncekiakşamiçinkusurabakmasarhoştum. Sırtım ağrıyor gene. Ayaklarım buz tutmuş. Oysa hava ılık, güzel bir bahar akşamı işte. Benim için herhangi bir gün. Düşüncelerim diyordum. Başladığım yerde değilim. Çok yol katetti(k)m. Yadsınamaz. Haybeye geçmedi günler. Gençliğimiz haybeye gidiyor; ama günlerimiz boşa geçmedi. Müspet menfi bir düşünce biçimi. Ama kader hiçbir zaman müspet olmadı ki. Nankörlük etmeyeyim, oldu.

Baktırdığım fal geldi aklıma. Bir kısmının çıkması için içten içe umut ettim. Tuttu da. Ama diğerleri de tuttu. Şimdi bir tane kaldı söylediği. O da çıkarsa helal olsun Caner Abi'ye! Sana hiç söylemediğim bir tanesi vardı. Neyse, boşver, sonra anlatırım. Burada olmaz. Sırtım ağrıyor. Dünyayı sırtlanmış Atlas gibiyim. Fakat Atlas beni görse alay eder, sinirlenir. Sillesini yemek istemem. Atlas bu, vurdu mu kan çıkartır.

Bak gene kendimden uzaklaştım görüyor musun? Konuya kendimden girmeye çalışıyorum her seferinde, her seferinde beceremiyorum. Ne istediğimi biliyorum ama. Ne düşündüğümü, ne hissettiğimi biliyorum. Ve hepsinin üzerinde oturup uzun uzun düşündüm. Çok zaman buldum kendime.

Kafamı kaldırdığımda görmek istediklerimi göremiyorum. Görmem gerekenleri görüyorum. Çok can sıkıcı. İçimden hiçbir şey yapmak istemiyorum. Yarın akşam konser var, konser sonrasında Abbas yolcu, Bursa'ya... Birkaç gün ortalıktan kaybolacağım. Daha sakin düşünürüm. Burası çok fazla bozucu sinyal yayıyor.

İtiraf edeyim, biraz sarhoşum. Bunları yazıya dökmekte zorlanıyorum. Sarhoşken daha berrak geliyor gibi insana; ama sadece bir güvenlik şeridi kopması sarhoşluk: Bilinç! Bilinç ortadan kalkınca her şey pat pat dökülüveriyor ortaya. Bu olmadan da olması gerekir bunun; ama tartmaktan kaba aktaramıyorum. Canım sıkılıyor, canım acıyor.

https://www.youtube.com/watch?v=Jkl67ojUPB4

"utan, utan, utanmayan insan olur mu lan?"

"kuyuya taş atanın peşinden
atlayana bak
yalanla hile hurdayla binayı
katlayana bak
ömrümüzün en güzel yıllarına 
patlayanın ne evinde bir ayna var
ne içinde bir yürek
gençliği haybeye yenmiş 
yorgun ve yalnız nesil
birbirini buldukça
düşmedi, düşmeyecek"

13 Nisan 2015 Pazartesi

Hep hayalini kurduğum Kurtuluş Parkı, Cebeci, Mamak, Tuzluçayır. Bir seferde hepsini görmenin mutluluğu da ayrıydı. Buruktu biraz; ama güzeldi.

12 Nisan 2015 Pazar

durum raporu

Her şeyin üst üste gelmesi biraz çalışılmış gibi hissettirmiyor mu? "Yok artık be" dedirtecek derecede. Tesadüf mü karma mı ne boksa işte. İçine edeyim böyle tesadüfün de karmanın da. Onlara niye kızıyorsam. Sonuçta benim hareketlerimden kaynaklı şeyler. İllâ birine kızacaksam kendime kızmalıyım. Bir köşeyi dönüyorum, bir balkona bakıyorum kafamı kaldırıp. İçim acıyor gördükçe balkonları. Kedim sinirlerimi bozuyor daha fazla kablo dişleyip bozarsa ben de onu bozacağım.

Konuşacak birini istedim dün gece. Evdekiler olmuyor. Evde ben hariç dört kişi daha var; ama olmuyor. Zaten ikisi sevgili, diğer ikisi de goygoy yapıyor ne anlatmaya çalışsam. Ciddiyetimi takan yok anlayacağın. Sonra kendimi odaya kapatınca kızıyorlar. Ortamın neşesini kara delik gibi çekmek istemiyorum. Elimin üşümesi onlar için bir şey ifade etmiyor mesela. GÜRÜLTÜ! Başka bir şey değil. Konuşacak birini istedim dün gece, Devran'la konuştum. O da senaryoyla ilgileniyormuş. Fazla konuşmadık. Kalakaldım, ayakta sallandım.

Üç senelik alışkanlık kolay değiştirilmiyor. Hatta belki daha fazla. Yedi yıl gibi bir süre. Evden çıkmazdım haftasonları. Annem zorla çıkartırdı. Ne yapacağımı bilmezdim ki. Yaz haricinde evden pek çıkmazdım. Niye bilmiyorum, yalnız başıma çıkmak istemediğimden diye düşünüyorum. Şimdi de öyle gidiyor. İki gündür çıkmadım dışarıya. Sınav olmasa yarın da çıkmam. Çıkınca pir çıkıyorum çünkü. Saatlerce günlerce dönmek istemiyorum eve. Bilmiyorum bunun üzerine düşünmeye karar verdim.

Sınavlar bitsin, iki-üç gün atacağım kendimi başka şehre.

Bu evden sıkıldım

Bu şehirden de sıkıldım.

Bu şehir beni en başından beri istemiyordu zaten.

üst üste, yığılmış, kalmış.
ipin ucu çoktan kaçmış

10 Mart 2015 Salı

sabahın seher vaktinde görsem yârimi

Yaşama uğraşısı içerisinde en sancılı dönem karar vermek. Ne yapacağına, ne olacağına, nasıl olacağına karar vermek. Birçok parametre bir arada ve sabitler asla sabit değil. Yaşama uğraşısı içerisinde en basiti yaşamak. Öyle, böyle, bir şekilde yaşarsın. Yaşadıkça farkına varırsın, dünya toz pembe değil. Demagojiden, iki yüzlülükten, muhafazakârlıktan sıkıldım. Biraz daha basit yaşamak istiyorum. Bir bahçe, bir balkon, bir sıcak oda. Fazla şey istemem, şan, şöhret istemem. Yaşamak uğraşını senle karşılamak... Harika geliyor kulağa.























Howl's Moving Castle, hatırladın mı? Hatırlarsın, hatırlamışsındır. Fairuz gibi.

Yaşamak uğraşıyla giriştim yazıya; ama ben tam bir pazar gününü pijamalarımı çıkarmadan sabahtan akşama kadar Miyazaki filmleri izleyerek geçirmek istiyorum. Sıcak, ev ortamı. Soğuk, kedi kokan odamda bile sıcak gelebilen şeylerden biri.

Aramızdaki en kısa mesafe, 738 km değil, inan bana. Elimi tutsam yakalayacak kadar yakın yıldızlar var. İşin özüne dönersek, yaşamak uğraşısı bizden kopamayan bir şey.

Bir Mart akşamı yaşanan hasrete müteakip, hicaz bir şarkıya ön söz olsun bu.

10 Şubat 2015 Salı

Olması gerektiği gibi

"Nasıl olur?" diye sorar kadın doktora "Nasıl? Nerede?" Işık almaz bir koridordadırlar ve içerisi formol kokmaktadır. İçerisi giderek loş ve boğucu olmaya başlar. Başlarının üzerinde florasan lamba titrer. Olduğunca hızlı şekilde konuşmayı bitirip çıkma niyetindedir kadın. Üzgündür, üzüntüsünü ilk yaz ağaçlarının çiçeklerinin altında yaşamak ister. Bilir ki kiraz ağaçları çiçek açtıysa bu üzücü bir olaydır Japonya'da. Hayat durur, sırf ağaçların çiçeklenmesi için koskoca ülkede hayat durur. Çiçekler dökülmeye başladığında durum daha da vahim bir hâl alır. Artık bir sene boyunca çiçek vermeyecektir ağaçlar ve şehirler bir daha sıcacık pembeliğini yitirecektir. Yıllar önceki Japonya seyahatinden hatırlar kadın bunu. Doktor, kadının sorusunu havada bırakır. Kadın koşarak çıkar dışarı. Ciğerleri formol yerine oksijeni mutlulukla kabul eder. İşler çığrından çıkar bu noktada. Ağacın altındaki piknik masasında otururken kadının elinin kenarına beyazlı pembeli bir taç yaprak düşer. Ağlamak çare değildir, fakat engellenebilir bir şey de değildir hazırlıksız yakalandığında. Ama kim hazırlıklıdır ki ağlamaya? Umut engel olur buna. Olması gerektiği gibi. Yasalar böyle söylediği için. Evrenin emrettiği gibi. An'a hükmetmeye çalışmak zor iştir. Zamana kim hükmedebilir ki? Mükemmel bir kitaba giriş cümlesi sayılabilir bu. Kaygan zeminlerde yaşanan ayakta kalma çabasına ağlamaya karşı direnç denebilir. Başarabilenler ya bir yere tutunuyordur ya da kaygan zeminde bile değildir. Olması gerektiği gibi. Çürük yumurta kokusu gelir kadının burnuna. Burnu isyan eder, midesi isyan eder, beyni, gözleri, kasları isyan eder. İsyan, karşılığını safra olarak bulur. Ekşi, kötü. Ağacın dibine bırakır safrasını. Etraftan geçen birkaç densiz "çıkçık"lar. Densizlere nerede ne yapacaklarını söyleyemezsin. Bu yüzden densizdirler. Yersiz şakalar, yersiz tepkiler... Olması gerektiği gibi. Her şey yerli yerinde. Oynattığın zaman denge bozuluyor. Dengeyi sağlayabilmek iste ustalık işi. Gemiyi karaya oturtmamak gibi. Kadın tüm bunların farkına vardığında iş işten geçmiş olacak. On tane menekşesi, sırtında hırkası ile balkonunda kırışmış ellerini okşarken farkına varacak. Olması gerektiği gibi. Zamana kimse hükmedemez.

29 Ocak 2015 Perşembe

Eski yazdıklarımı okuyunca acıların aslında nasıl değiştiğini fark ettim. Çok değil daha iki sene önce üç sene önce yazdığım şeylerde yaşadığım hissettiğim şeyler şimdi acayip bir şekilde çocukça geliyor ki. Korkularım gözümün önüne geliyor. Sahi benim korkum neydi ki? Korkularım. Sahiplendiğim korkularım, dillendirmeye çekindiğim korkularım. Hadi biraz bunları konuşalım.

Yalnız kalmaktan korkuyordum o zamanlar. Bu yüzden çevremde insan olmasını istedim. O zamanlar karşı çıksam da bu tamamen ilgi budalalığıydı. O zamanlar insanlar neden mutsuz olduğumu soruyordu. Ben de "Bilmiyorum" diyordum. Oysa biliyordum, sırf mutsuz olmak için mutsuz oluyordum. Ayrıca mutlu olmamı gerektiren bir şeyde yoktu. Fakat şimdi fark ediyorum ben o zamanlar mutsuz değilmişim. Nötrmüşüm. Uzun süren hissizlik. Sokak başında ölü bir kuş görüp, şöyle bir bakıp yola devam etmek gibi. Baharda çiçeklerin açmasına tepki vermemek gibi. Anlatabiliyor muyum? Korkularımı döküyorum durun.

Sevilmemekten korkuyordum. Bu konuyu daha sonra konuşacağız.

Şehre alışmaktan korkuyordum. Hâlen korkuyorum. Antalyayı özlemiyorum. Anamur'u özlemeyeceğimi söylüyordum. Hayatımda hiç bu kadar yanılmamıştım. Sorun değil, yanılmak da insanlığın bir parçası(Now playing: KC and the Sunshine - Boogie Man).

Şimdi dönüp bakıp toparlarsak ilgi budalası bir insan olduğumu görüyorum, o zamanlar.

Bohem hayat sürmek isterken nerelere geldim görüyor musun!

Evrene çağrımdır: N'aber? Ben senin unutulmuş çocuğun. Saldırıya hazırlanıyorum sana karşı! Yalnız da değilim! En garde!

27 Ocak 2015 Salı

değişken



https://www.youtube.com/watch?v=WZk5lnzNCWs

Beklediğinden fazlasını bulunca bir yerde, bir kişide, bir etkinlikte, bir olayda; insan katlamalı bir şekilde memnun kalıyor. Eğer uyuşmazlık olursa, ne kadar uğraşırsan uğraş olduramazsın. Gece bol bol zamanım oldu kendimle konuşmalar yapmaya. Tekrar başladım. Sonuçları kestirmek pek mümkün değil.

Kendimle konuşmak için o eski, yıkılmaya yüz tutmuş, nemli kulübeye girdim. Elinde bir domatesi kemirirken buldum kendimi. Üzerine tuz serpip yiyordu. Beni görünce dudağının kenarı kasıldı.
"Şimdilerde yenisi çıkmış bu tuzlukların. İçinde hem tuz hem karabiber varmış. Onlardan almam lazım galiba."
Sesini unutmuşum. O beni bekliyor gibiydi. Kızgındı tabii hâliyle. Nasıl olmasın, en son görüşmemizde kavga etmiştik. Kendi benliğimle kavga etmiş ve galip geldiğimi sanmıştım. Hayatımda hiç bu kadar yanılmamıştım.

"Ne oldu, ne rüzgâr attı seni buraya?" dedi gülerek. Espri kabiliyetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Hâlâ aynıydı. Cebimden karabiber çıkartıp ona uzattım. Şerefe yapar gibi kaldırıp domatese boca etti. "Kekiğin yoktur herhalde?"

"Senden özür dilemeye gelmedim."
"Hee biliyorum."
"Senle kavga etmeye de gelmedim."
"Onu da biliyorum."
"Her şeyi biliyorsan neden bana söyletmek istiyorsun?"
"Kendi cümlenden bile korkarsan, söylemeye çekinirsen nasıl kendi istediklerine kulak vereceksin a benim salağım?"

İlk şoku atlattıktan sonra nemli odaya göz atmak dank etti. Çiçekler vardı saksılarda. Gözüme bir petunya ilişti, açık pembe çiçekleri vardı. Oda güneş almıyordu, nasıl çiçek açıyordu? "Güzel günlerde onu da yanıma alıp gezmeye çıkıyorum o sayede." İkinci şok dalgası sarstı bedenimi. Görüntü değişti. Seni gördüm, ellerini uzatmış gülüyordun. Ellerimi uzattım. Otobüste önümdeki koltuğa montelenmiş televizyona değdi elim. Uyandım, utandım. Hemen geri kapadım gözlerimi. Kendimi bulmaya. Uyuyordu. Uyumuştu. Ne çabuk... Anonsun sonu gelmeden ben de uyuyakaldım...

"Kamilkoç Turizm'in saygıdeğer yolcuları. Afyon Otogarı'na giriş yapmış bulunmaktayız. Devam edecek yolcularımız mola süremiz 5 dak..."

2 Ocak 2015 Cuma

güz kumpanyası - gün olacak





bayıldım bittim.

Lanet

3 haftanın özeti niteliğindedir.

İlk hafta pazartesi günü, o haftanın cuma günü bitirme tezi sunumumu yapacağımı öğrendim. Bir yandan harıl harıl buna çalışıp, bir yandan da fizibilite raporunda bana düşen kısımları hazırladım. Cuma günü sunum enfes geçti. Ondan sonraki hafta ise hem fizibilite sunumu hem de uygulama sınavı olacaktı. Çakışmasın diyerek uygulama sınavı sonraki hafta pazartesiye ertelendi. Haftasonu full-time fizibilite sunumuna çalıştık. Peki ne oldu? Ondan da hoca bıraktı tekrar yapın dedi. İki günde 105 sayfa raporu baştan yazdık. Pazartesi günkü sınava çalışmaya ise çok az bir vakit kaldı. Kafam zaten dolu, uyuyamamışım doğru düzgün iki haftadır hop Pazartesi sınava girdik. Güzel de geçti aslında kötü değildi. Yaptım eminim. Ama kalmışım. Ne olacak şimdi?