18 Aralık 2012 Salı

Taksi


Taksiye binmek istedim. Bindim de, yürüyecek mecalim yok. Zaten gecenin o saatinde otobüs de geçmez. En iyisi taksidir. Bazı yürüyen merdivenler şehirde sabaha kadar çalışır. Ama otobüsler çalışmaz. İyidir, taksiler iş yapar. Bir Karadeniz Türküsü çalıyor; ama ne olduğunu hatırlamıyorum, zaten önemli de değil. Karadeniz Türküleri hüzünlü olur. Karadeniz’in hüznünden mi kaynaklanır, hırçınlığından mı bilmem. Yöre insanına has herhalde.
Karanlığın ortasında uzaklara bakarsan göreceğin tek şey gene karanlığın kendisidir. Bu böyledir, aksini iddia etmek akla mantığa sığar mı bilmem. Hüzünlendim, insan hüzünlenir biraz. Biraz değil çok hüzünlenir. Belli etmez. Bu böyledir.
“Hayırdır abi, daldın?”
“Türküdendir.”
“Çok severim döndürür döndürür dinlerim her gün.”
“Hayırdır? Sevda meselesi mi?”
“Sorma abi.”
Sormadım, üstelemedim. O an konuşacak halde değildim. Benden büyüktü, 18 yaşındaydım; ama bana abi diyordu. En aşağı 26 yaşındaydı. Bu işler böyledir. Müşteri “abi”dir, “abla”dır.
Eve gittiğimde herkes yatmıştı, zaten geç gelirim demiştim. Kötü bir akşam geçirmiştim, bir de üstüne o türküyle taksicinin o hâli birleşince dayanamadım. Koyuverdim kendimi. Gittim dolabı açtım, sadece bira var. Tuborg Gold, açtım odamın kapısını kilitledim. Gece 1′di saat başladığımda, sonra uyuyakalmışım ağlaya ağlaya. Sabaha karşı uyandım, belim tutulmuş. Kalktım yerime yattım.
Bir sene kadar önce yaşadım bunu ve şuan karanlıkta oturup dururken aklıma geldi. Yazmak istedim, pek matah bir şey değil anlattıklarım. Ama o taksicinin yaşadıklarını düşündüm uyuyana kadar. Belki kızı vermediler, belki kızı kaçırdı geldi buraya bir ekmek kapısı bulana kadar taksicilik yapıyor. Ya da var bir ekmek kapısı, ama geçindirmiyor.
Belki de benim yaşadıklarım o kadar da sert şeyler değildir. Ruhani bunalımdan çok maddi bunalım vardır. Maddi bunalım derken illa parayı kastetmiyorum. Antalya’da soğuk bir geceydi, arkadaşımla kavga etmiştik. Tam kavga sayılmaz aslında; ama sonunda ikimiz de sarılıp ağlamıştık. Benim bunalımlarım belki o taksiciye saçma gelirdi. Ama, yaşıyoruz işte. Düşe kalka.

15 Aralık 2012 Cumartesi

Aylar sonra, soğuk bir Aralık gecesi işte. Tam 6 ay geçmiş üzerinden son ağlamamın. Ben oturmuş hüngür hüngür ağlıyorum. En son Haziran’da ağlamıştım. Nedenini söylemem. Sigaram yok, uyumak istemiyorum. Bir bira içip uyusam belki? Geçer mi, yoksa biter mi bilmem. Hiçbir şey beni artık ilgilendirmiyor gibi. Yarın geçer nasılsa. Geçer mi? Geçmez belki. Belki böyle kalırım. Dibe vurdum mu? Fiyasko mu bu hayat? Nedir ulan kaç kilo çeker yalnızlık? 

30 Kasım 2012 Cuma


Evimizin önünde bir dut ağacı vardı. Bayağı da büyüktü. Ona tırmanırdım. Sonra babam köküne yakın bir yerden kesti. Nedenini söylemişti ama unuttum. Ondan bayağı küçük bir portakal ağacımız var, ona tırmanmaya başladım sonra. Güzeldi, severdim. Ceplerime mandalinaları toplar, o ağaca çıkıp yerdim. Sonra büyüdüm, ağacın dalı kırıldı. Bir daha çıkmadım.
Sonra liseye geçmem. İlk defa aşkla, sigarayla, hayal kırıklığıyla ve bir çok berbat şeyle tanışmam… Hayal kırıklığını daha önce yaşamıştım oysa. Ama lisede yaşanan hayal kırıklığı hiçbir şeyin yanına yaklaşmaz. Çünkü insanın en hassas yılları lise yıllarıdır. Gidin bakın, ne kadar sorunlu insan varsa hepsinin lise döneminde ağır hayal kırıklıkları vardır. 
İlk defa bir kıza onu sevdiğimi söyleyişim, babamdan ayrı içtiğim ilk içki. Arkadaşımın sigarasını alıp içmem, sonra sigaradan nefret etmem ve akabinde üç sene sonra sigaraya başlamam. Eve ilk defa ailemden ayrı geç gelişim. İlk reddedilişim, hepsini lisede yaşadım. Çünkü liseye geçene kadar kimseye karşı güçlü duygular beslemedim. Lisede beslediğim duyguların da karşılığını alamadım. 
Sonra âşık oldum. Söyleyemedim. İnsan âşık olduğunu nasıl söyler? “Ben senden hoşlanıyorum.” mu? “Seni seviyorum.” mu? Hep yavan geldi bu sözler, eksik geldi, saçma geldi. Hiçbirini söylemedim. Yetersizdi bu kelimeler duygularımı anlatmaya. Daha farklı bir şey bulmalıydım. Buldum, söylemeye niyetlendim. Söyleyemedim. Unuttum. 
İlk defa duygularıma karşılık buluşum. Veya ilk defa bir kadının benim duygularımı içimde ördüğüm saçma sapan tel örgüler arasından çekip çıkarması. Kanamalı duygular, sancılı insanlar. İlk defa bana âşık olduğunu söyleyen birisi vardı ve ben çok mutluydum. İlk defa ailem dışında birine hesap veriyordum. Ne yaptığımı anlatıyordum. İlk defa, birisi beni bu kadar çok yaralıyordu. Üzerinde fazla düşünmüyordum. Nasıl olsa bizdik, nasıl olsa üstesinden gelecektik. Nasıl olsa, o film izlerken uyuyakalacaktı ve ben sırf o rahatsız olmasın diye yerimden kalkmadan bekleyecektim. Belki saf düşüncelerdi, belki saçmalardı. Ama o an güzeldi. O an, o düşünce, onun yanında olma düşüncesi… Mükemmel. 
Lisedeki son ve hayatımdaki şuana kadarki en büyük hayal kırıklığım. Terk edilmem. Hem de bir market önünde, merdivenlerde oturarak. Hava kapalı, boğuk, basık. Hâlâ rüyâlarıma girer o an. Üstümde, şuan üzerimde olan babamın hırkası. Soğuk bir Nisan günü. Sözlerini söyledi, yağmur yağmaya başladı. O kadar güzeldi, o kadar acımasızdı ki yağmur başladı. O kadar sonsuz, o kadar korkunçtu ki yağmur başlamıştı. Bir süre daha beraber kaldık. Sonra koştum. Uzun süre koştum. Kitapçı Hakan Abinin yanına kadar koştum. İlk işim bir sigara istemek oldu. İçmeye çalıştım. Öksürdüm, aksırdım. Ama kararlıydım içecektim. İçtim. Yolda gelip geçen bana baktı. Hakan abi kahve getirdi. İçtik, konuştuk. Benden ayrıldığını söyledim. Üzülmememi söyledi. Eve gittim, bir şey hissetmiyordum. Ruh gibiydim. Bilgisayarda takıldım, test çözmeye mecalim yoktu. Gittim yattım uyudum.
Sonra sınavlara girdim. Güzel geçmedi. İstediğim gibi değildi. Çalışmamıştım ve bunu söylüyordum. Buna rağmen güzel puan geldi. Puanlar açıklandığında Konya’da kuzenimin yanındaydım. O gece bir bara gittik. Eğlendi herkes, ben votka içtim. Sonra hava almaya dışarı çıktım. Herkes puanıma üzüldüğümü sandı. Bir anda çevremi saran “yetişkinler” beni teselli etmeye çalıştılar. Tamam bir nebze puanıma üzülüyordum; ama üzüldüğüm şey çok farklıydı. İnsanlar anlamıyordu ve ben anlamalarını da istemiyordum açıkçası. 
Sonra tercihlerimi yaptım. Antalya’yı yaz dedi babam, iyi dedim. Teyzemler orada. Güzel olur. Ekstra ücret çıkmaz. Ailemi de düşünüyorum bir yandan. Ekonomik sıkıntı. Tercihler açıklandı. İkinci tercihe yazdığım Antalya geldi. Sevindik. Ben sevinemedim.
Sigaraya asıl nasıl başladığımı anlatmak istiyorum. Bu gece anlatmazsam ölürüm. Yazmak istiyorum. Yazdıkça yazıyorum. Saçmalıyorum. Ama anlatmam lazım. Kurtulmam lazım bundan. Bir şekilde rahatlamam lazım. 2011 Haziran’ı, Azim beni aldı evden. Fenerbahçe’nin şampiyon olduğu akşam. Konvoyun arasında gidiyoruz iki Galatasaray’lı. Hey gidi. Gittik İskele’ye, Dragon parkı’na çekti Azim motoru. Dragon Market’ten Kırmızı Tuborg aldık. Azim’in sigarası vardı. Azim benden yaşça büyük. Abim, çok severim. O da beni sever bilirim. İnsan sevmediği biriyle niye takılsın ki? Sever. Gam kenarı’nı açtı Zeki Kayhan’ın. Dinledim, içimden bir şeyler koptu. Küçük canavar içimi kemirdi. Saç diplerim yanıyordu. Birayı yarıladım. Azim’den sigara istedim. Marlboro Touch içiyordu. Verdi bir tane yaktım. İlk defa aksırmadan, öksürmeden içtim. Beni eve bıraktı. Uyudum.

21 Kasım 2012 Çarşamba


Bundan üç-dört sene önce bir gece yarısı arkadaşımla beraber başka bir arkadaşımızın evinde yemeğe davetliydik. Ortak arkadaşımız kız bu arada. Biz işte gittik gitmesine de, ikimiz de bu kıza yanığız. Ben onun yanık olduğunu biliyorum, o benim yanık olduğumu bilmiyor. Garip bir hâl yani. Zaten ben senelerdir hep içimde sakladım kimi sevdiysem. Dışavurumsal sevda yaşayamadım.
Neyse yemek gayet hoş, eğlendik. Yemek bitti. Biz arkadaşla çıktık. Bu arada kız da arkadaşımı seviyor. Yani nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça. Gittik bir tekel büfeden bira aldık. Arkadaşım içmedi. O aralar fazla içmezdi, şimdi benden çok içiyor şerefsiz. Neyse ben bir ara buna söyleyecek gibi oldum, vazgeçtim. Sonra o gitti. Ben baya oturdum orada tek başıma düşündüm ne bok yesem diye. Atsam atılmaz satsan satılmaz. 
Sonra o kızla arkadaşım sevgili oldular. Bir kaç ay çıkıp ayrıldılar. Siktiriboktan bir ilişki yaşadılar. Öyle ahım şahım bir kız değildi, ama ben de bir Corc Kuluni değildim. 
Bunu niye anlattım şuan bilmiyorum. Belki de mâzide tamamlanmamış mesele kalmasın diye herhalde. Yani her şey olup bittikten dört sene sonra sigara içmeme ramak kalmış bir hâldeyken anlatmak garip geldi. 
iyi akşamlar.

31 Ekim 2012 Çarşamba

Sonra geçer dediler, geçmedi. Geçmeyeceğini bile bile geçeceğini umdum. Olmadı. Neden olmadığını düşünmeye başladım. Sorun elbet bendeydi ama sorun tam olarak neydi kimdi neyin nesiydi allah kahretsindi. Sonunda ağladım. Son bir yılın birikmişliği vardı içimde iskeleden bacağına taş bağlayıp yolladım gözyaşlarımla birlikte dibe doğru. Koyu… Mavi… Soğuk. Üşüyorum. Hırkanı verir misin? Sarılsan da olur. N’olur. Hadisene ölmek üzereyim. Neyse boşver o zaman ben de giderim. Nereye gideceksin? bilmem orasını bakarım bir yerlere. Pansiyona git. Salak mısın? Hayır âşığım. Kime? Ona. Onun da avradını sikeyim. Vurdum kendimi yollara. Yanımda domates vardı, peynir vardı. Bakkaldan ekmek aldım. Para üstü olarak sigara verdi. Sevindim. Gittim mahalledeki çocuklara dağıttım son teki kendime sakladım. Tam ölmek üzereyken yaktım, bitirdim ve öldüm.
Penceremden yolu seyrederken Nuran’ı gördüm. hiçbir şeyi umursamadan yürüyordu beni bile umursamıyordu hatta o derece umursamıyordu ki seslendiğimi bile umarsamıyordu öylece yürüyordu. Ben öylece durmuş izliyordum. O yürüyordu. Yürürken de sigara içiyordu benyürürkensigaraiçmeyisevmem. Ama o seviyordu. O seviyorsa ben de sevmeliydim ama sevmek istemiyordum. Eğer o beni sevecekse onun tutunacak hiç kimsesi olmaması lazımdı yalnızca ben olmalıydım ki beni bırakıp gidemesin. Hemen kurtuldum bu bencilce fikirden. Dolabı açtım zeytinyağıyla elimi yüzümü yıkadım geçmedi aşkım. Sonra pencereye koşup kendimi boşluğa bıraktım. Uyandım.
Zaman geçti. Ben geçemedim. Öylece kaldım, gittim limanın en ucuna atlamayı denedim bir martı gelip beni tuttu. “Aptal mısın?” dedi. “Evet” dedim. Belliydi, aptaldım, intihar etmek ya cesaret ya da aptallık ister. Zaten cesaretle aptallık ikiz kardeştir. Kadınlar hep “Deli misin” diye sorar. Yusuf Atılgan ve C. öğretti bunu bana. Sonra iklim değişti. Bir gün, bir de baktım yoktu. Kafamı kuma sokmaya çalıştım deve kuşu gelip kafamı kanattı. Bölgesine girmişim. Sonra meyhaneye girdim. Rakı doldur! dedim eksilmesin bardağım dolsun hep dolu olsun dibini görmeyeyim dedim. Sonra seni gördüm. Rakı içiyordun sevgilinle. Masanıza gittim. Altın sarısı saçlarını okşamaya kalktım, sevgilin elimi büktü. Altı patları alnının ortasına dayayıp beynini patlattım. Duvarlar kan oldu. Tüm hayatım boyunca yaptığım en güzel resimdi.
Sonra sigara istedim. Vermedi. Babam kızdı sonra. Niye içiyorsun hem sen kimsin bana böyle karşı geliyorsun dedi. İlgilenmedim sigara yaktım. Babam ağzımdan sigarayı aldı yere attı topuğuyla ezdi. Ağlamaya başladım. İlk defa ağladım. Babam beni dövmeye yeltendi ağladığımı görünce vazgeçti. Benim gibi evlat olmaz olsundu, siktirip gideyimdi. Ceketimi almadan çıktım dışarı. Soğuktu üşüdüm geri dönemedim dönmezdim de zaten. Sonra onu gördüm. Beni yanına çağırdı. Sigaran var mı dedi. İçmiyorum dedim. Yüzüme tükürdü karnına yumruk attım. Polisi çağırdı polis beni aldı arabaya bindirdi sonra beni bir bankın önünde bıraktı. Burada otur düşün aklını başına devşir dedi. Oturdum düşündüm. Polislere sövdüm. Gelip bana işkence etsinler falakaya yatırsınlar, Filistin askısına assınlar istedim. Yapmadılar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine giderim diye korkmuşlar. Gitmem dedim yapmadılar. Elimi cebime sokup yürüdüm. Saatlerce. Sonra onu gördüm. Köşe başındaki orospuyu. Sigaran var mı dedi. Bıraktım dedim. Geri başla dedi, yanağımdan öptü. Gidip sarılmak istedim ama orospulara sarılınmaz. 
Anlamsız anlar vardır. Aramamıza gerek yok. Yağmur yağsın, yıldız kaysın. Hoşuma gidiyor, seviyorum. Yoldan geçen adam. Masa başı işinde çalışıyor olsun. Banka memuru mesela. Ne bileyim işte. Bir kadının arkasından sokaklar boyu yürümek istiyorum. Sonra onunla konuşmak. Ama olmuyor. Kadınlar arkalarından gelen erkekleri hep aynı sanıyorlar; ama ben aynı değilim. Ben oyum, oyuğum, plajda şezlong problemiyim. Klorofilim ben. Hemoglobinden yapılmayım. Ben oyuğum. Düzgün değilim ben saçmayım gereksizim allah kahretsin gereksizim. Sevmeyin beni. Lanet olsun, kimse sevmez zaten beni. Niye sevsin ki. Piç gibisi var mı herkes piçi sevsin. Beni değil. Yoldan geçen kadın, elinde eski bir fener. Evine gitmeye çalışıyor. Eminim hiçbir erkekle yatmamıştır. Dümdüz gidiyor sağına soluna bakmadan. Adı Selma olsun. İşi yok, 45 yıldır evden dışarı çıkmamış. O yüzden fenerle evinin yolunu arıyor. Karnım aç, sigara istiyorum. Sen de istiyorsun biliyorum. Dümdüz sokakta yürümek istemiyorum ben merdiven çıkmak istiyorum, efendim? yok bir şey sana demedim. tamamöyleysebanabirrakısöyleozaman. Olmaz efendim rakımız bitmiş. Bira ver o zaman. Yanına fıstık da çıkarayım mı? Hayır fıstık gibi bir kadın çıkar. efendim müessesemiz… Sus tamam istemiyorum bira falan. Allah kahretsin hiçbir şeyinizi istemiyorum ceketimi ver gideceğim. Hayır bir şey içmeden gidemezsin bir yere Melda seni bekliyor karşı kaldırımda. E bırak gideyim o zaman. Melda içeri girdi, pencere açık dedi. Kapadım. Soyunacaktı, arkanı dön dedi. Döndüm. Birazdan çırılçıplak sadece benim olacaktı. Benim oldu. Yatağın içinde huzurla uyudum ilk defa. Gün ışırken kendi evimden çıktım gittim.

Esther gözlerini yatağın içinde açtığında saat sabah 8:33’tü. Yanında Pablo’nun olması gereken yere elini attı. Boşluk. Hışımla kalkıp etrafa bakındı. Erkenden çekip gitmişti her erkek gibi. Dönüp yatağa oturdu. Yatağın yanında duran kağıda gözü takıldı. Aldı, okudu:
“Berbattın, sevişmeyi nereden öğrendin? Bir de musluğu tamir ettir akıtıyor. Ben seni ararım.
-Pablo
Not: O kadar da berbat değildin yani kendini fazla kötü hissetme.”
Kağıdı buruşturup çöpe attı, yatağın kenarında duran geceden kalma kıyafetlerini aldı. Kapıyı çarptı çıktı gitti. Odadaki dolabın kapağı açıldı. Pablo gülerek dolaptan çıktı. Bir sigara yakıp pencereye gitti. Ağlayarak koşan Esther’i izledi.

21 Ekim 2012 Pazar

Balıkçı.


Gittim bir banka oturdum, öylece yalnız. Denizi izledim karanlıkta. Şehrin uğultusu, dalgaların sesine karıştı, ben oturdum. Yalnızdım, sigaram vardı, ben vardım. Bir yaprak dökümü, bir deniz yükselmesi, med cezir allah kahretsin sen yoksun. Etraftan çiftler geçti kol kola. Ben bir sağıma baktım bir de soluma. Boşluk büyüdü, dayanılmaz bir hâl aldı. Uğultu yükseldi. Sigaram vardı, ben vardım. Bir de balıkçı vardı.
Balıkçı iyi adamdı. Bana içtiği biradan uzattı bir yudum aldım. Boğazım kurumuş, tekrar ıslandı. Sesi çatlaktı, tekel 2000 içiyordu. Oradan buradan konuştuk.
“Sigaraya ne zaman başladın?”
“Bir buçuk seneyi geçti.”
“Neden başladın?”
“Sen neden başladın?”
“Rakı içtim, efkâr bastı. Arkadaşım bir sigara uzattı. İçtim, boğazım kurudu. Tekrar rakı içtim. Rakı yüzünden başladım.”
Sesi çatlaktı balıkçının. Tam burnunun altındaki bıyıklar sigaradan sararmıştı. İyi adama benziyordu. Neyse konumuz bu değil. Bir ara ben de balık tutardım. 3-4 sene önce babamın bana aldığı oltayla beraber deniz kenarında avlanırdık. Yemi hazırladı, oltayı bana verdi.
“At bakalım, haydi rastgele.”
“Bu aralar pek şanslı değilim ama hadi bakalım.”
“Bırak şimdi şansı. Deniz kenarında balık avlarken, hayatında olan şansın yerini başkası alır. Ne zaman hayatta şansız olsam, o kadar çok balık tuttum.”
Ne okuduğumu sordu. Söyledim. Okuyamamış, zamanında okumak istemiş olmamış. Darbe döneminde lise terkmiş. Annem de darbe döneminde lise terk olanlardan. Sonra bir şekilde bitirip memur olabilmiş. Babam Balıkesir’de öğretmenlik yüksekokuluna gitmiş. Ecevit o dönemlerde solculara okulları açınca girebilmiş. Ama o da bitirememiş. Daha sonra bitirme sınavlarına girip Hakkari’ye atanmış.
“Adın neydi senin?”
“Can. Senin?”
“Hikmet. Sadece Can mı? Başka isim yok mu? Senin yaşındaki insanlar hep Ahmet Can, Ali Can gibi isimlerde.”
“Yok bende, sadece Can.”
“Peki sadece Can, sen gerçekten okulu bitirip işe gireceğine inanıyor musun?”
“Ben yazar olmak istiyorum.”
Gülümsedi, belki de yarası var bu konuyla ilgili sormadım. Sorsam da söylemezdi herhalde. İlk gittiğimde ben vardım, sigaram vardı. Şimdi ben varım, sigaram var, balıkçı var. Gitmek istediğimi söyledim.
“Ben hep burada olurum. Ara sıra gel, dertleşelim.”
Elini sıktım. Kocaman bir eli vardı. Yüzünde kocaman gülümsemesi de vardı. Gülerken gözleri kısılıyor, yanakları daha da belirginleşiyordu. Sanki filmlerdeki benzetilen Noel baba gibiydi. Ya da benim bir Noel babaya ihtiyacım vardı onu benzettim. Gitmeden söylediği sözler içime oturdu, hâlâ aklımda. Uzun süre unutamam sanırım.
“Bir kez âşık oldum. Âşık adamın hâlinden anlarım. Sen de âşıksın; ama kavuşamamışsın gibi. Hayat daha genç senin için. Ben çok geç kavuştum. Bir şekilde yaşıyoruz; ama mutluyum. Çünkü âşığım ona. O da beni sevmese gelmezdi peşimden ta Antalya’ya. Unut demiyorum, unutulmaz. Saçma. Öyle hani diyorlar ya ‘Ben seni unuttum başkasını seviyorum’ diye, yalan onlar onlara sakın inanma. Ama seni sevmeyen birini de sakın sevme, âşık olma. Genç adamsın, sakın yılma.”
Teşekkür ettim, rastgele dedim. Balıkçılara rastgele denir. Babamdan öğrendim. Eve gidene kadar bir sigara bitmeden ötekini yaktım. Düşündüm durdum. Yanımda kalem vardı. Duvara “Balıkçılar, en bilge keşişten daha faydalıdır.” yazdım. Sigaramı söndürüp havaya baktım. Gülümsedim, bugün benim geri kalan hayatımın ilk günü dedim. Ve seni hiç düşünmedim.

9 Ekim 2012 Salı

“Yaşamım boyunca babamdan başka hiçbir erkeği sevemeyecek gibiyim.” dedi Annita. “Sanki beni gerçekten seven tek kişi oydu.” Pablo ayağa kalktı, birasının son yudumunu içti, sigarasını söndürdü. Kasketini takarken “Demek bunca saat bir Oidipus sendromu olan kadınla flört ediyordum.” dedi ve bara parasını ödeyip çıktı.

Hava soğuk ve kar yağıyordu. Sokağın karşısında bekleyen Ruhi’ye doğru gitti. Yaklaştığını gören Ruhi’nin yüzüne bir gülümseme oturdu “Nasıldı?” dedi. Pablo bir sigara yaktı ve “Gidelim burdan, çok sıkıldım.” dedi. Ruhi bir kahkaha patlattı. “Hadi gidelim, daha normal kadınların olduğu bir yer biliyorum.”

Barları sadece içki olduğu için seven Pablo, bir demet çiçekle banka soygunu yapalı daha bir hafta oluyordu. O zamanlar Ruhi yanındaydı daha gitmemişti. Ruhi boyca ve kiloca Pablo’dan büyüktü. “Kadınlar sende ne buluyor anlamıyorum,” demişti bir keresinde Ruhi Pablo’ya. Pablo içkisinden bir yudum alıp “Ben de.” diye cevap vermişti. Yeni içki almak için bara gitmiş ve orada hemen bir kadınla tanışmıştı. Bir saat sonra ise kol kola bardan ayrılmış Ruhi’yi orada yalnız bırakmıştı.

Nereye gittiklerini anladığında Pablo bir an duraksadı “Ah! Beni buraya getireceğini tahmin etmiştim!” dedi sitemle. Ruhi güldü, sigarasını atıp kapıyı araladı. “Alfredo bizi bekliyor.” dedi. Her zaman oturduğu masada Alfredo kafasını bir kağıda gömmüş bir şeyler karalıyordu. Onların yaklaştığını görünce Ruhi’ye “Roxanne burda.” dedi. Ruhi’nin yüzü kireç gibi oldu.

Pablo, Ruhi’nin bu halini görünce hemen üç tane bira almaya gitti. Ruhi sandalyeye çöktü, gözleriyle barı taradı. Gördü, içi burkuldu. Tarif edilemeyecek bir şeyler koptu. Alfredo “Eee, nasıldı Annita?” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı. Pablo umursamaz bir şekilde “Oidipus sendromlu.” dedi. Alfredo, az kalsın boğuluyordu.

Radyodan hafif hafif The Cure çalmaya başladı. Ruhi önüne döndü bir sigara yaktı. Uzun süre konuşmadı. Alfredo ile Pablo şimdi şehirdeki Tütün işçilerinin grevi hakkında konuşuyorlardı. Pablo haklı buluyordu, Alfredo ise biraz heyecan olur diye grev kırıcı olmak istiyordu. Ruhi “Onunla konuşacağım” dedi. Daha ikisi onu tutamadan kalktı ve Roxanne’in yanına gitti. Ortam gergin, basık ve sigara dumanıydı. Günlerden Cumartesiydi ve gökyüzü kırmızıyı mavi geçiyordu.

“Ne zaman geleceğini merak ediyordum,” dedi Roxanne “Pablo sanırım senin kalkmanı bekliyordu.” Ruhi kafasını çevirip Pablo’nun olması gereken yere baktı; ama Pablo orada değildi. Barda başka bir kadınla konuşuyordu. Önemli değildi. “Roxanne, senle konuşmalıyım. Sözümü kesm…” Roxanne sözünü kesti “Bence konuşacak bir şey kalmadı.” Ruhi sinirle yumruğunu masaya geçirdi. “Ben var diyorsam, hâlâ konuşulacak şeyler vardır!” diye bağırdı. Bar bir an sessizleşti, sonra herkes kendi işine döndü. Alfredo başını sağa sola salladı.

Roxanne sigarasından derin bir nefes aldı ve “Pekala, ne konuşacakmışız?” dedi. Ruhi “Seni hâlâ seviyorum.” dedi. Roxanne tiz bir kahkaha attı; ama kısa sürdü. Çok kısa bir an Roxanne Ruhi’ye baktı ve gözleri parladı. Sadece Alfredo gördü. Ruhi’nin ruhu duymadı bile. “Bak Ruhi, denedik olmadı değil mi? Daha sürdürmenin anlamı yok. Sahibim değilsin.” dedi Roxanne. Ruhi dinlemiyordu. O an sadece çıkıp gitmek istiyordu. Birayı kafasına dikti, ceketini alıp dışarı koştu. 

“Yani, sonuçta erkekler sabahları uyandığımda hiç yanımda olmadılar. Hey! Pablo?!” Lucy afallamış halde etrafına bakınırken Roxanne ile göz göze geldi. Roxanne “Merak etme geri gelir. Bunu hep yapar.” dedi gülümsedi ve dışarı çıktı. Pablo ile Alfredo, Ruhi’nin arkasından koştular. Onu bir sokak lambasının yanında buldular. O an üçünün de aklında bir gece sarhoşken Ruhi’nin Sokak Lambasına okuduğu şiir geldi. Ama kimse bundan bahsetmedi. Ruhi “Pekala, onu aklımdan çıkarmak için birini öldürmem gerek; ama daha önce kimseyi öldürmedim. Pablo, bana silahını ver. Bu sefer gerçek bir hedef vurmalıyım.” dedi. Pablo tereddüt etmedi. Alfredo sinirlendi “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?!” diye bağırdı. Ruhi geri dönüp Alfredo’nun alnına nişan aldı “Ya benimlesin, ya da…” devamını getiremedi. Çünkü üçü dosttular. 

Alfredo yelkenleri suya indirdi. Üçü birlikte yürüdüler. Pablo “Benim aklımda birisi var. Savaş sırasında düşmana muhbirlik yapan bir faşist, gestapo yanlısı. Onu ben öldürecektim; ama başka işlerim çıktı.” dedi. Ruhi kafasını salladı. Alfredo “Hadi yapalım.” dedi. 

Plansız bir eylem olacaktı. Tek umdukları şey adamın her zaman gittiği meyhaneye gitmiş olmasıydı. Şanslı geceleriydi, adam kapıdan çıkıyordu. Ruhi öne çıktı. Adamın kalbine nişan aldı. Bam! Etraftaki insanlar geçici sağırlık yaşadı. Etrafı barut kokusu sardı. Adamın kanları kanalizasyona karıştı. Ruhi, Alfredo ve Pablo oradan kaçarak uzaklaştılar.

“Kendini daha iyi hissediyor musun?” dedi Pablo. Ruhi “evet” anlamında kafasını salladı. Alfredo “Gel seni eve götürelim, bir güzel uyu.” dedi. Ruhi karşı çıkmadı. Evine götürdüler, yatırdılar. Uyuyana kadar salonda sigara içtiler. Ruhi bir nebze de olsa rahatlamıştı. Gecenin en karanlık saatiydi. Yolda yürüyen Pablo ve Alfredo’ydu. “Eee, gece daha erken ve ben bu gece çok sıkıldım.” dedi Pablo. Sonra sokağın ortasında kahkahalarla güldüler. Alfredo “Gel, tam sana göre bir kız tanıyorum.” dedi. Pablo “Lütfen intihara meyilli, erkek düşmanı, ya da her hangi bir psikolojik problemi olmasın.” dedi gözlerindeki yaşları silerek. “Bana güven,” dedi Alfredo “Sabah olunca bana teşekkür edeceksin.”

6 Ekim 2012 Cumartesi

Birsen Tezer'de huzur veren bir şeyler var.

Anlam veremiyorum.
Kimse bilmez, kimse duymaaaz
Bir teeek beeen biliriiiiim senii sevdiğimiiii

Ankara Ankara güzel Ankara, seni görmek ister her bahtı kara.


Dakika 1 gol 1!
-spoyler alert-
Ercü len? Anaa Ercü. Bildiğin Ercü. Amirim kokainli kafada olmasa çeker vururdu allahıma kitabıma!"
-spoyler sonu-
Dün gece aniden bastıran uyku yüzünden Behzat Ç.'yi izleyemedim.
Perşembe gecesi, havuz partisine katıldığımdan(hele hele) SUSKUNL4R!ı izleyememiştim.
Neyse bugün ikisini de izlerim.
Çünkü pijamalarımı çıkarasım yok, çünkü hastayım. ÇÜNKÜ BANA İLGİ GÖSTERECEK KİMSE YOK!
BİR KEDİM BİLE YOK, ANLIYOR MUSUN? 
Başım kocaman bir kazan. İçinde filler orgy yapıyor. Aspirinle kol kola bir gün geçireceğim sanırım. Zaten para yok dışarı çıkmam.
Merhaba dünya!

28 Eylül 2012 Cuma

Benimki...(alıntı)


1995-1996 ogretim yili benim icin cok heyecanli baslamisti. butun yaz okullarin acilmasini mutlu bir telasla beklemistim. cunku, merkezi olmasina ragmen ‘kenar mahalle’ okulu denebilecek mutevazi bir ilkokulu bitirmis, sehrin tek anadolu lisesine girme hakki kazanmistim o yaz. bu, kucuk bati anadolu sehrinin eski bir mahallesinden olusan dunyam buyuk degisimlere hazirlaniyordu; birincisi okul sehir disinda sayilacak bir yerdeydi ve belediyenin ozel olarak okul ogrencilerine ayirdigi koruklu otobuslerle gidiliyordu ve daha onemlisi, bu okul sehrin en basarili cocuklarinin ve nispeten elit kesimin kafasi calisan cocuklarinin bir arada oldugu, sehir dahilinde gayet seckin bi okuldu. hem sosyal, hem de cografi olarak dunyam buyumeye ve cesitlenmeye baslamisti. haliyle hem cok heyecanli, hem cok mutlu, bir o kadar da saftim.

bu arada, cevremle birlikte ben de bir degisim surecine; ergenlige girmek uzereyim, elim kulagimda ama bildigin cocugum. kisa boylu ve zayif bi cocuk ustelik..ceket ve kravata alismaya calisan minik bir ilkokul ogrencisi gibi gorunuyorum iste.

evimizle otobus duraginin arasi da epey var. her sabah, yaklasik 20 dakika kadar yürüyorum ve otobüse biniyorum. bu otobuste de sadece ortaokul kismi var, lise kisminin giris cikis saatleri farkli oldugundan baska bir otobusle gidip geliyorlar. her neyse, kalkis duragindan biniyorum otobuse ve hemen sonraki duraktan binenler arasinda da biri var, ozel biri iste.
bu ozel biri benden tam 3 yas buyuk bir 8. sinif ogrencisi. babamin annemden 1 yas buyuk olmasi, cocuk aklimla kadin erkek farkinin 1 yas olmasini zorunlu sanmama sebep olmusken, ustelik bu hatun da benim icin “abla” olmasina ragmen, hic olmamasi gereken oluyor ve benim bu yeni dunyamdaki ilk askim basliyor. fakat, ben cok masumum bu hikayede. hic sucum gunahim yok; o baslatti:

okul acildiktan, yaklasik 1 ay sonra farkima vardi ve ondan sonra her gun ayni rituelle gittim okula. otobuse biniyordum, 4 dakika sonra hemen sonraki duraktan bir grup arkadasiyla birlikte otobuse biniyordu. hemen yanima gelir, otobusun neresinde olsam beni bulur, saclarimi dagitir, yanaklarimi sikardi. yanindaki arkadaslarina “bitiyorum buna ya” derdi, duzenli olmasa bile haftada bir kez de yanagimdan operdi. bazen beni gorememis gibi yapip, arkadaslarina “benimki nerde ya, okula gelmiyor mu bugun” diye sorardi, hemen kafami uzatip kendimi gosterirdim ve o da bunu beklermiscesine yanima gelip yine yanaklarimi sikar, saclarimi kafamda portakal sikma hareketi ile dagitir, makas alirdi, “benimkiiiii” diye minciklardi beni. onun bu ilgisi, benim asik olmam icin yeterliydi. guzellik anlayisimla idrak edebilecegim en guzel seylerden biriydi. mavi gozleri, beyaz teni, hafif yuvarlak yuz hatlari, simsiyah ve canli saclariyla blendax guzeli tadindaydi.
imkansiz bir aska dusmus olmanin hakli dramiyla her sabahi iple cekiyor, otobus yolculugu hic bitmesin istiyor, okula gelmedigi gunler kahroluyordum. uc ay boyunca bu boyle surdu. bir gun ingilizce dersinde anne ve babanin yasini soran bi alistirma yapilana kadar son derece emindim kadinin buyuk olamayacagindan. iste, sinifimizdan bir ogrencinin annesi babasindan buyuktu. bu kadar guzel bir haber almadigimi dusunmustum o an. sandigim kadar imkansiz degildi, daha once yapilmisti, biz de yapabilirdik. derste olmasak ayaga kalkip zip zip ziplayabilirdim sevincten. hamamdan firlayip kosturan arsimed’i bugun dahi gayet iyi anliyor olmamin sebebi bu basit alistirmaydi.

ertesi sabah konusmayi da kafama koymus bir halde gunun bitmesini bekledim. gece heyecandan uyuyamadim. bekledigim sabah geldi, otobuse bindim ve sonraki duraktan o da bindi. yine her zamanki gibi yanima geldi “gunaydin benimkii” dedi, saclarim dagitildi, yanaklarim minciklandi ve beni optu yine. “evet, o da beni seviyor”. minik kafamda hicbir suphe yok: “bu cocuk sevme olamaz, bu kadar uzun surmez, resmen asik bana, baksana optu kokladi yine firsattan istifade” diyorum. “hem benden buyuk ya, onun buyuk olmasinin sorun olmadigini coktan ogrenmistir, yine de ilk hamleyi benden bekliyordur” diye dusunmekten de geri durmuyorum. fakat, otobus cok kalabalik, ogle arasinda soylemeyi daha mantikli buluyorum. icim icimi kemirerek geciriyorum dersleri. ogle arasini duyuran zille, yemekhaneye kosan cocuklarla birlikte, ben de bahcede onu yalniz yakalama umuduyla deli danalar gibi kosuyorum ve sansim yaver gidiyor; kisa bir aramadan sonra bir bankta tek otururken yakaliyorum onu. bin küsür ogrenci, kocaman bir bahce ve fakat onu tek basina bulabildigim bir bank..sans da benim yanimda, olacak bu is..
oturdugu bankin tam karsisina dikildim, beni gorur gormez yuzunde kocaman bi gulumseme oldu, “aa kim varmis burda” dedi, sacimi oksadi. “kadin buyuk olunca boyle aga, sacimizi falan sevdiricez, nasip” diye dusunuyorum, ancak dudaklarimi aralayamiyorum; terlemeye basladim, avuclarim ter icinde kaldi derken cozuldu dizlerim, adim atmaya calissam yere duserdim. bir seyler soylemeye calistigimi anladi, dinlemek ister gibi kulagini cevirdi ve gozlerimi kapatip: “benimle cikar misin” deyiverdim.

“hiii, kiyamam..sen beni seviyo musun simdi?” dedi. kendimden emin, “evet” diyebildim. “gel buraya yaa” deyip sarildi bana ve ekledi: “ben de seni seviyorum kucuk capkin” dedi. sozleri kafamin icinde yankilaniyor, o da beni seviyor, dunyalar benim. icimden lambada yapiyorum ancak beni tutmasa, bana sarilmasa yerdeyim, dizlerim tutmuyor heyecandan. “cikalim di mi biz, benimki? catlasin millet?” dedi, “hi hi” diyebildim..

“gel o zaman benimle” deyip elimden tuttu ve el ele yurumeye basladik. 170ten fazlaydi onun boyu, bense 155 civarindayim ama babam uzun: 184, ben de uzarim daha, gecerim onu, kafam rahat. yine de dik yurumeye kasiyorum, ah bu kadar uzun olmasaydi iyiydi. bir miktar yürüdük ve güvenim yerine gelmeye basladi. kesin beni arka bahceye goturuyordu, oha kesin cok opecekti beni. tekrar bir heyecan dalgasi dizlerimi zorlamaya basladi.

hakikaten de arka bahce istikametinde yuruyorduk. bir anda durduk basketbol sahalarinin yaninda. “bak” diyerek egildi kulagima, eli elimde ama hala: “orda, simdi top elinde olan cocuk var ya, o benim sevgilim..” dedi, gozlerim doldu. agliycam, aglayamiyorum. bagiricam, kizicam; beceremiyorum. elimi cektim usulca. “ben seni cok begendim benimki, hos cocuksun ama simdi cok kucuksun, hem bu cocuklar duyarsa rahatsiz ederler seni, kimseye anlatma sen, uzulme de sakin” dedi, beni optu ve yurumeye basladi. arkasindan bakmak yerine, nefret, sinir ve kahir icinde basket oynayan cocuklara bakakaldim. bir sure sonra, oylece kaldigimi fark etmis olacak ki geri dondu, “gel buraya” dedi, yine elimden tuttu, cekistirdi resmen. gittim caresiz. baska bi banka oturduk: “bak” dedi “benim sevgilim benden buyuk..bu yaslarda, senin buyuk olman lazim..hem daha dur, okula neler gelir” 

fakat, ben teselli edilecek halde degildim, sadece “istemem” diyebildim. guldu yine, sacimi oksadi. “tamam o zaman..beklerim diyor musun” dedi. sorulacak soru muydu, tabii ki beklerdim. kafami salladim onaylar sekilde. yine guldu: “tamam, universiteye geldiginde, bu farkin bi onemi kalmaz, o zaman tekrar deneyelim, tamam mi” dedi. daha 7 yillik okulun ilk yilindayim, temiz 7 sene var dedigine ama cok seviyorum, tamam dedim. “uzulme sakin, zaman cabuk geciyor” dedi, elimi birakti ve kalkti gitti. 

yemek arasi bitene kadar, o bankta oturdum oylece, bos gozlerle bahcedekileri izledim.
o gunden sonra, otobuste hic opmedi beni, yanagimi da sikmadi, sacimi da oksamadi. sadece beni gordugunde elini kaldirarak selam verdi, goz kirpti. oturdugum koltuktan arkada bir yere giderse de yanimdan gecerken egilip “benimki” diye fisildadi.

ikinci donem de bu boyle devam etti ve ortaokul bitince, bizim liseden ayrilip baska okula, bir fen lisesine gitti ve ben o basketbol oynayan cocukla 2 sene daha okudum
.
adini hic hatirlayamadim. gozlerini, elimi tutusunu, beni optugunde kalbimin nasil carptigini hatirlamama ragmen, adini hatirlayamiyorum. hatirlasam bulmaya calisacagimi sanmiyorum ama nerede oldugunu, nasil oldugunu da ara ara dusunurum.
itiraf kismi da “sen kimseye soyleme” dedigi seyi 15 sene boyunca gercekten kimseye anlatmamis olmamdir, bu da boyle bi animdir efendim.
        (darkly dreaming, 20.08.2011 00:38 ~ 15:19)

18 Eylül 2012 Salı

Sıkıntılı Bir Günsonu


İçtiğim çayda, gezdiğim sokakta hissettiğim yalnızlık. Başka hiçbir şey değil. İnsanları anlıyorum. Kitapta da dediği gibi “Yolun sonuna doğru haklı çıktı Dostoyevski.” Zaten haklı çıkmasa bunca zaman klasikler arasında nasıl yer alsın? Haklı tabi. Elimi uzatsam yıldızların bir kaçını yere indireceğim. Yalnızlığımı yanıma alıp gezdiriyorum. Onu en çok gittiğim meyhaneye götürüyorum. Biraz pahalı bir yer, sadece çok olunca gidiyorum. Onunla otobüs bekliyoruz. Beklediğimiz otobüs geliyor ama durmuyor. Dolu. Tıka basa dolu. Sanki tüm insanlar bir anda bizim gitmek istediğimiz yere akın akın gidiyor. Yalnızlığın sessizliği bunaltıyor. Bunaldıkça daha çok batıyorum. Gözlerimin altı mosmor. Çürümüş gibi, dayak yemişim gibi. Sanki nereden geldiğini bilmediğim bir yumruk gelip yerleşmiş gibi. Öyle saçma, öyle düzensiz. Hayatım da düzensiz dağılımlar gösteriyor. Uyku düzenim yok, okuma düzenim yok, çalışma düzenim yok, yemek düzenim yok. Buna rağmen, bir şekilde hayatta kalabiliyorum. Sonra yalnızlığımı bırakıp onunla geziyorum. Düzenli olarak yaptığım tek şeyi yapmaya, banklarda oturup bira içmeye götürüyorum. Yıllar sonra o bankı tekrar gördüğümde hatırlayacağım onu orada öptüğümü. Şuan henüz öpmedim, bilmiyoruz. Denizin köpüren sonsuzluğunda gözlerimiz kayboluyor. Aynı banka, ayrı kişileri düşlüyoruz. Yaşam olağan seyrinde devam ediyor.
Hayır etmiyor.
“Her anı ölüdür.” demiş yazar. Ben de etkileniyorum. Sonuçta o da Pavese’den, Kafka’dan etkilenmişti. Normal bir şey yani. O yazarı, ölü yazarı, koluma takıp tramvaya biniyorum. Yüzümde gururlu bir gülümsemeyle “Bakın işte, büyük bir yazar o. Ölü olduğuna bakmayın, çok güzeldir.” diyorum. Mahcup, gülümsüyor. Tüm hayatımız gülümsemekle geçiyor. Şöyle esaslı bir kahkaha atmayalı yıllar olmuş. Sanki öyle bir kahkaha atsak kaslarımız yırtılacak. Korkuyoruz. Sonra onu başka bir banka götürüyorum. Beğeniyor, sahipleniyor. Bana “Aferin,” diyor “iyi biri olacaksın.” Fakat bana iyi olmak istediğimi sormuyor. Sadece karar veriyor. Olsun, ona akıl öğretmek bana kalmadı ya. Ne güzel kadın, diyorum kendi kendime. Kendim bana hemen cevap veriyor, bence de, diye. İlk defa kendimle aynı fikirdeyim. O kadar mutluyum ki, anlatamam.
Herkes ne tam mutlu, ne de tam mutsuz olabiliyor. Çünkü her hikayede bembeyaz insanlar var. Umut sağlıyor, seni düşünmeye pes etmemeye sevk ediyor. 
Sonra tekrar yalnızlığıma dönüyorum. Onu özlediğimi hissediyorum. Sanki yalnız kalmak için çabalıyorum; ama bir yandan da, düşünce olarak, yalnız kalmak istemiyorum. Hayır, kalabalıktan hoşlanmam. Zaten kalabalık yalnızlığını gidermez. Yalnızlık, anlayışla giderilir. Biri beni anladığı zaman, artık yalnız olmadığımı düşüneceğim.

3 Eylül 2012 Pazartesi


Yaşamım boyunca hep istenilmeyen insan psikolojisinde yaşadım. Her anım böyle geçti. Hani her ortamda olur ya, birisi vardır ayıp olmasın diye çağrılır. İşte o hep ben oldum. Hangi kabahat işlense suç dönüp dolaşıp bana geldi, hep istenilmeyen insan oldum. Ailemde de böyleydi. Her zaman suç benim oldu. Hiçbir zaman “Can haklı.” olmadı, hep “Ablan haklı.” ya da “Kardeşin haklı.” oldu. 
Hangi ortama girsem -baksana hiç benim ortamım bile olmadı- zoraki konuşmalar yaşadım. 
Bilmiyorum belki de kuruntu yapıyorum, emin değilim.
Sadece çok üzülüyorum.

2 Eylül 2012 Pazar


İlk sigaramı içtiğim gün terk edilmiştim. Bazen öyle olur, her şeyi art arda yaşamak ister insan. Ben de öyle yaptım. Arkadaşımı arayıp beni almasını söyledim. Sahile gittik, sahildeki bir banka oturduk. Sinirliydim, âşıktım, terk edilmiştim. Öyle olması gerekiyordu.
Sonra ağladım. Sahilde olduğum için değil, sarhoş olduğum için değil, âşık oldum için değil, terk edildiğimden değil. Öyle olması gerektiği için ağladım. İnsan hayatında bazı böyle engeller var. Engelleri nasıl aşması gerektiğini bilmediğinden, hiç tanımadığı şeylere bel bağlıyor. 
Sonra zaman geçti. Zamanın geçmesi önemli değil. Terk edilmiş olmam da. Babamın bana “Ne yaşaman gerekiyorsa onu yaşa.” dediğini hiç hatırlamıyorum. Hep düzgün biri olmam için uğraştı. Ben istemedim. İsyankâr olduğumdan değil, öyle olması gerektiği için. Her ailede olması gereken bir çıkıntı. Ben de o çıkıntı olmak istedim. Öteki tarafa ben geçtim. Ben farklılaştım. Ben farklılaşınca farklı olan şeyler aynılaştı.
Sonra zaman geçti. Sanırım bundan bahsetmiştim. Bahsetmiş olmam önemli değil. Hâlâ âşık olmam da önemli değil. Önemli olan ne zaman terk edildiğim yerden geçsem aynı hisleri tekrar hissettiğim. Tanımadığı insanlardan yardım istiyorsun böyle anlarda. Olmuyor, daha da kötü oluyor. Beceremiyorsun. İnsanlar beceremiyor. Anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar.
Düşünme, hatta hissetme. Sen de anlayamazsın. Boş ver. Önemli değil, konu hiç ben olmadım zaten. Benim hislerimin bir önemi olmadı. Sadece karşımdakilerin hisleri önemli oldu. Peki insanlar benim nasıl hissettiğimi nasıl anlayacaklar? Bilmiyorum. Bir insanın çıkıp beni anlamasını bekliyorum; ama arkamda ne bir harita bıraktım ne de bir pusula. İnsanların beni çaba harcayarak bulmasını istiyorum.
İnsanların duvarları var, birinin gelip o duvarı yıkmasını bekliyorlar. Bazıları bunu göstere göstere yapıyor ama sen anlamıyorsun. Önemli değil, insanlar hep var. Giderler, gelirler. Ama en çok giderler. Gelenlerin sayısı gidenleri aştığı zaman yalnızlığa gömülür insan.
Sonra zaman geçti. Artık bunu anlamanı istiyorum. Zamanın geçmesi de önemli değil, senin anlaman da. Benim sigara içmem de önemli değil, senin bunu bilmemen de. Önemli olan insanların hâlâ var olduğu. Her hikayede var öyle beyaz insanlar. İstesen de mutsuz olamıyorsun, umutsuzluğa düşemiyorsun. Seni kurtarıyorlar. İnsan yaşantısı bir tür şaka olmalı.

25 Ağustos 2012 Cumartesi


Acının dağlandığı anlar vardır. Bazen böyle olur, her şey üst üste gelir. Ne olduğunu anlayamadan kendini bira şişesiyle birlikte bulursun. Koltuk vardır, telefon vardır, bira şişesi vardır. Televizyon açıktır ama izleyen yoktur. Bazen böyledir insan bir şey yapmak istemez. O an sadece telefon etmeyi düşünürsün.
Aradım, açmadı. Daha ne kadar kötü olabilir diye düşündüm. İlk defa terk edilmemiştim, ilk defa reddedilmemiştim. Herkesin beklediği biri var. Ben o beklenen kişi değildim demek ki. Sokakta görse selam verir miydi acaba diye düşündüm durdum. Sürekli geçtiği yerlerden geçme isteği uyandı içimde. İlk defa koltuktan kalkamayacak kadar sarhoş olmuyordum. Beni sevmeyen istemeyen biri için kendimi ilk defa harap ediyordum. Bazen böyledir. İnsan kendini üzmek ister. Bazen sadece üzülmüş olmak için üzülür. Bazen üzülmeye sebep yokken bile üzülür.
Tekrar aradım, tekrar açmadı. Açsa da değişecek bir şey olacağını sanmıyordum. Bir kaç küfür edecekti o kadar. Elde var sıfır. Benzeşen şeyler sıfıra eşdeğer. Bunu biliyorum. Çünkü küçük İskender biliyor. Ben küçük İskender okumayı seviyorum. İnsanda tatlı bir intikam hissi uyandırıyor. Sanki söylemek isteyip de söyleyemediklerimi söylemiş gibi. Bazen böyledir. Bir şair söylemek isteyip de söyleyemediğin şeyleri ağdalı bir dille söyler. 
Artık aramaktan vazgeçtim. Hani filmlerde olur ya, böyle anda kapı çalar müzik de girer bir yandan. Kapıyı açarsın karşında o. Müzik hüzünlüdür, kavuşma sevinçli. Kapı çalmadı, müzik de çalmadı. Sadece yoldan geçen arabanın kornası çaldı. Aşkı için kendini öldüren insanları anlıyordum. Bazen böyledir, hayatın boyunca saçma gelen bir eylem bir anda gözünde güzel bir şeye bürünür. Olmadı, yapamadım. Unutamadım vazgeçemedim. O vazgeçti. Zaten hayatıma kim geldiyse hepsi vazgeçti. Benim vazgeçtiğim tek şey sigara oldu. 

23 Ağustos 2012 Perşembe


Şehrin sokaklarını arşınlayıp ucuz şarap içerdik.
Sigaranın da ucuzunu içtik.
Paramız olunca, pahalısından aldık.
Çok sevdik, hiç sevilmedik.
Ayrılıklar bir yerden sonra acıtmaz oldu.
Ama biz’dik, merdivenlerde oturup
Sokak lambalarına şiirler okuduk.
Bizdik, 
Taksiye binmezdik.
Toplu taşımanın önemini kavramış modern berduşlardık.
Biz asla evliya olamazdık.
Sözcüklerle uğraşanların evliya olamayacağına inandık.
Bizdik
Şehrin sokaklarını tek tek gezdik.
Yürüyen merdivende durmaz, iterek geçerdik.
Aklımıza eserse sinemaya gider, sarhoş izlerdik filmi.
Ama beraberdik, bizdik.
Beraberken konu hiç biz olmadık.
Konumuz hep diğerleri oldu.
Terk eden kadınlar, sevmeyen kadınlar.
Genelde kadınlar.
Ama bizdik. 
Şehri arşınlardık, ucuz şarabın sarhoşluğuyla
Midemiz yanardı o şaraptan ama şikayet etmezdik.
Ateş isteyen yaşlı amcaya da aynı saygıdaydık,
İşine giden banka çalışanına da.
Bizdik, çay içerdik.
Çay içerken önümüzdeki teneke içinde yanan ateşle ısındık.
Ama biz eğlenirdik sokakta.
Eğlencemiz bir anda bıçakla kesilmiş gibi biterdi,
Geçmişi hatırlayınca. 
Bizdik, sonra ben kaldım.
Şehir eskisi gibi değildi
Ben de değildim.
Şarabın o iğrençliği bile bitmişti,
Ama o zamanlar, bizdik. 

20 Ağustos 2012 Pazartesi

"Kırmızı Vosvos az ötede duruyordu. Ve gökyüzünde hiç yıldız yoktu."

Yan siteden geçerken gördüm. Öylece duruyor. Kaçırabilirim her an.

İki bira içtim bu gece gene. Hani, benden kurtulmak istiyorsun ya, ondan. Belki de ben de senden kurtulmak istiyorum da bunu kendime yediremiyorum. Bilmiyorum. Beni üzmeyi bilen yegâne canlı olmak sana ne kazandırır bilmem; ama benim seni üzmem benden çok şey kaybettirdi. Çoğu şeyi iyi hayal ettim, olmadı. Hayal ettiğin ne varsa olmaz, gerçekleşmez. Sen gerçekleşeceğini sanırsın, ama var olan biradır. Çok içersin, kafanı kaldıramayacak kadar içersin. Sana bir kahve yapacak bir dostun yoksa iş daha da zorlaşır. Beni sevmen önemli değil, bana bakman önemli değil. Benimle olman önemli. Birlikte olmak önemli. Cemal Süreya da Ankara’dan vazgeçmişti “Mutsuzluğa da var mısın” derken. Ben vazgeçmedim. İnsan yaşamadığı yerden vazgeçmez. Sonuçta, hayat dinlenen bir şarkıyı tekrara almak kadar basit değil. Ve vazgeçmek hayata dair bir şey. Vazgeçmek kolay değildir. 
Neyse, bir gün belki seni tekrar görürüm.

9 Ağustos 2012 Perşembe


Sonra zaman geçti. Çok zaman geçti hatta hatırlamakta güçlük çekeceğim kadar çok belki. Gitmeden önce bir şeyler söylemeye çalışmıştı her zamanki gibi becerememişti. Bazen böyledir. İnsan ne diyeceğini bilemez. Belki de oturulan mekanın duvarında yazan Tezer Özlü alıntısını okumaya çalıştı ne bileyim ben.
“Bitmesi gerek, bitiyor.”
“Bitirmek istiyorsun, o yüzden bitiyor.”
“İşte bu da bitmesine bir sebep.”
“Hayır! Bu senin şahsi isteğin.”
Sonra içimden bir şeyler koptu. Ne olduğunu bilmiyorum. Bazen böyledir bir eşyanın tek bir vidası bile çıksa tekler. Ben de tekledim. Ne olduğunu anlamadım. İnsanlar anlamaz. İnsanlar anlamak istemez. Sonra ben onu bir gece yarısı aradım. Sanırım zamanın geçtiğinden bahsetmiştim.
“Beni gerçekten unuttun mu?”
“Seni hiç sevmedim.”
“Sevdin mi diye sormadım! Sevmesen de olurdu.”
Bir şey söylemeden kapattı. Sonra bir kaç gece sonra terbiye süzgecinden geçirilmiş mesajlar geldi telefonuma. Cevap vermeseydi, onun gözünde sıfır olduğumu düşünmeye başlardım. Ama küfür bile etse, bana cevap veriyordu. Zamanın geçtiğini gene yinelemek istiyorum. Aforizma çabasına girmiştim o zamanlar. Aforizma üretiyordum sürekli. Anlamlı olması gerekmiyordu. Kesin yargı bildirince insanlar onu kabulleniyordu hemen. Hem zaten, çok okunan bir yazar da değildim.
Sonra tekrar zaman geçti. Bir gece yarısı sarhoş olup kapısına dayandım. Sevgilisi açtı kapıyı. Onunla görüşmek istediğimi söyleyince kapıyı suratıma kapadı. Eve nasıl gittim bilmiyorum. Bir kaç gün sonra ise sürekli gittiğim yere gitmek için evden çıkarken suratıma patlayan yumrukla sanki afyonum da patladı. Ardı ardına tekmeler, yumruklar… Arada tek tük “Peşini bırak o kızın” sesleri geldi. O an anladım bir daha olmayacağını. İnsanoğlu dayak yemeden akıllanmak istemiyor. Onu gülerken görmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Belki beni böyle gözüm ayrı yerde, burnum ayrı yerde görse gülerdi.
Şunu anladım, en çok ses tonu güzel olan kadınlar gidiyorlar. 

5 Ağustos 2012 Pazar


Bundan üç sene kadar önce birine âşık olmuştum. Söyleyemiyordum. Lisedeydim, aptaldım, ezik bir tiptim. Güzeldi, zekiydi, konuşurken ağzından çıkan her kelimeyi yakalamaya çalışırdım. Ama olmazdı, bazen böyledir. İnsan ne kadar dinlemeye çalışsa da beceremez. Ben de öyleydim. Bir gün arkadaşımın gazıyla gittim konuştum. Ergenlik hormonu damarlarımda akıyor.
“Aslı sana bir şey söyleyeceğim, dinler misin?”
“Tabi ki Can. Söyle.”
“Ben seni seviyorum, senden hoşlanıyorum.”
“Ah… Özür dilerim.”
Kalktı gitti. Neden özür diledi anlamadım. Neden hiçbir şey söylemeden kalktı gitti bilmiyorum. Çok mu komik gelmişti ondan hoşlanmam? Neden öyle aptal gibi hissettim? Neden insanlar bana gülüyordu? Sonradan anladım. Arkadaşım dediğim kişi bana tezgah kurmuş. Kızın sevgilisi varmış; onlar da eğlenmek için bana böyle gaz vermişler. Bir köşede bekliyorlarmış. Beni öyle kalakalmış görünce bastılar kahkahayı.
Eve gidince kendimi odama kapadım. Normalde saatlerce başından kalkmadığım bilgisayarımı açmadım. Mahallede top oynuyorlardı. Normalde koşa koşa giderdim, gitmedim. Akşam yemeğine de oturmadım. Masa lambamı yakıp kitap okudum. Saatlerce. Sabah da hasta numarası yaptım. Gitmedim okula. Utanıyordum öyle bir şeyden. Çoktan okula yayılmıştır. “Duydunuz mu lan 10 Fen-C’deki Can, Aslı’yı seviyormuş. Hahaha!” 
Her şey olup bittikten 3 yıl sonra neden bunları anlatıyorum onu da bilmiyorum. Belki de az önce radyoda o dönemde dinlediğim bir şarkı çaldığından herhalde. Ya da reddedilme duygusunu bu aralar çok yaşadığımdan. 
Velhasıl kelâm, kız benle bir daha konuşmadı. Bana o tezgahı kuranlardan da intikamımı teker teker aldım. Bir daha bana yamuk yapamadılar.

4 Ağustos 2012 Cumartesi


Ben iyi bir adam değilim. Hiç olmadım, olmaya gayret etmedim. En son birine aşık olduğumda arkadaşım kaza yapmıştı. Kaldırıldığı hastaneye gidiyordum. Bazen böyledir. En olmayacak anlarda insan âşık olur. Belki de o zamanlar birine âşık olmaya ihtiyacım vardı. O zamanlar bazı şeylere inanırdım. Bazı katı kurallarım vardı hayata karşı. O zamanlar küçük kız çocuklarının sevgisini bu kadar hissetmezdim. O zamanlar bir kız çocuğum olsun istemezdim.
“Saplantılısın. Geçmişe saplanıp kalmışsın. Dünya etrafında dönüyor gibi hissediyorsun.”
Belki öyleydi, belki değil. Cevap vermedim. Cevap verilecek bir soru yoktu ortalıkta. İnsan kendisiyle ilgili verilmiş bir yargıya nasıl cevap verebilir? O zamanlar bu sorunun yanıtını bilmiyordum. O gün hastaneye giderken radyoda çalan şarkıyı yıllar sonra bir otobüste dinledim. Dinlemiş olmam önemli değil. Otobüs küçüldü sanki. Konu hiç ben olmadım kendi hayatımda. Okuyacağım yeri ve zamanı bile babam belirlemişti. Sevmem gereken insanı arkadaşım tanıştırmıştı. 
“İyi kızdır Başak. Sakın üzme.”
“Ben kimseyi üzmek istemiyorum.”
“Ama fark etmeden üzüyorsun.”
Gene diyecek bir şey bulamadım. Bazen böyledir, insan dut yemiş bülbüle döner. Şansa bak, o günün sabahında annem dut toplamıştı bahçeden. Kahvaltıdan sonra bir tabak dut yemiştim. Belki de ondan sustum, belki de ondan Başak’a ne kadar güzel olduğunu söyleyemedim, belki de ondan gözlerinden gözlerimi alamadım. Bilmiyorum, konu hiç ben olmadım. Konumuz hep diğerleri.
Talat’in kaza haberi geldiğinde Başak’ın yüzünde oluşan tabloya âşık oldum. Sonradan öğrendim bir zamanlar Talat’la sevgili olduğunu. Benimle, Talat’a tekrar yaklaşmamak için sevgili olmuş. Bazen böyledir, birisi gerçekten severken diğeri bir şeyleri unutmaya çalışır. Aleni tahrik unsuru, aleni cinayet sebebi. Bazen insan içinde cinayet isteğiyle boğuşur. Böyle anlarda bir bira içmek gerekir. Etrafta bir Smith & Wesson varsa ondan uzak durmak lazımdır. Smith & Wesson güzel bir cinayet aletidir.
“Bugün dolunay var Başak.”
“Hı-hı…”
“Pek ilgini çekti bakıyorum.”
“İlgimi çeken pek bir şey yok şu aralar.”
“Ne demek şimdi bu?”
Sustu, cevap vermedi. Bazen insanlar böyledir. Can alıcı yerlerde susarlar. Aleni tahrik unsuru. Babam bir keresinde “Asıl önemli olan bir’in yanına gelen sıfırlardır. Sen sayıyı oluşturan bir misin yoksa sayıyı büyüten sıfır mı? Ayrıyken bilinmiyor, yanındayken anlaşılıyor. 1’in yanına ne kadar sıfır gelirse o kadar büyür değil mi? Bunu unutma.” demişti. O an ne bir’dim ne de sıfır. Çünkü sıfır bile bir değer belirtir. Rasyoneldir. Ama sonsuz bir değer belirtmez, irrasyoneldir. Belirsizdir. Anlaşılması güçtür. O an sonsuzlaştım. Hiçbir şey demeden kalkıp gitti. Veda konuşmalarını beceremem ben. Başak da beceremiyordu.
Evime geldim, bir bira açtım oturdum bunları yazdım. Saat gecenin 2 buçuğu ve herkes uyuyor. Ben uyanığım. Oturdum sana, okuman için bunları yazdım. 

1 Ağustos 2012 Çarşamba

68 Fransa


Once Upon a Time in Paris: May ‘68
Benden daha genç, entelektüel arkadaşlarım bana soruyorlar: “68 niye oldu? Niye bazı ülkelerde oldu da, diğerlerinde, örnekse İngiltere’de olmadı? Öğrenci hareketleri ile işçi hareketleri arasında nasıl bir ilişki var?’’ Naif sorular, çünkü olmayan yanıta koşullanmışlar. Şunu demek istiyorum: Kaos ve karmaşıklık kuramı tarihsel olayları, ancak bir açıklamaları olmadığını savlayabilirse, açıklayabilir. “Brezilya’da bir kelebeğin kanatlanışı Texas’da bir Tornado yaratabilir.” Olayı meydana getiren hiçbir zaman tek bir neden değildir; öngörülemez biçimde birbirine bağlı birçok nedendir. Karmaşıklık kuramı, kaosun keşmekeşinde atraktörlerin ortaya çıkmasına, ne olursa olsun, izin verir. Herşey değişir, ama birşey -bir güç?- kaotik akışımları bir araya getirerek bir değişmez yaratır. O zamanki büyük panayırda, böyle bir değişmez, bir atraktör, oyuncuların çoğunluğunun ruh haliydi. Rastlantıyı dikkate alacaksak, bu ruh hali benimkine uyuyordu. O zamanlar manik bir sarhoşluk hali ile yaşıyordum. Yirmi yaşımda olduğumdan değil, tam tersine. Paul Nizan’ın söylediği gibi: “Yirmi yaşındaydım. Ve kimsenin bunun en güzel yaş olduğunu söylemesine izin veremem.” Acı çekmek için özel nedenlerim vardı, yine de düşlerimin gerçekleşmesinin zirvesinde olabilmek için elimden geleni yapıyordum. 
Düşperest olmamın dehşetli yanı, düşlerimin sıklıkla gerçek olmasıydı. Öğrenimim için Paris’e gitmek ve orada Roland Barthes’ın, Jacques Lacan’ın, Claude Levi-Strauss’ın, Jacques Derrida’nın, Ajuriagerra’nın, Greimas’ın seminerlerine katılmayı düşlemiş olmam gibi. Ve bu o sırada gerçekten yaptığım şeydi. Gençlik naifliğimle birlikte, kavramıştım ki, bu büyük düşünürler –nerdeyse hepsi ile aynı semtte yaşıyordum- zamanın kültürünü tüm dünyada büyük bir güçle etkilemekteydiler. Kendimi dünyanın merkezinde hissediyordum, kendi dünyamın merkezinde hissetmesem de. Bunun için büyük bir bedel ödemiş olsam da, her şey yolundaydı, ne var ki, İtalyan duygusal yaşamım eksikti ve de parasızdım. İyimser bir coşku barındırmayan, düşlere dalmış ve epeyce delice olan ruh halim, 68 gençliğinin çoğundaki ruh haline uyuyordu. ‘Sonunda her şey hareket ediyor’ izlenimini herkes edinmişti.
Gerçi Che Guevara 1967 Ekim’inde Bolivya’da öldürülmüştü. Ama bu kez, 1968’in Ocak’ında Viet-Kong Ted-Offensive gösterileri Amerika’ya gözdağı vermekteydi: “Vietnam serüveni büyük bir başarısızlık olacaktır.” Vietnam savaşına karşı çıkışlar, batı metropollerindeki gençliği bir araya getiriyordu. Bu gençler bir kez daha, büyük güce karşı büyük bir direniş hareketinin içinde olmakla yeniden kendilerini buluyorlardı. Çin kültür devrimi de entelektüellerin bazılarının aklını çelmişti: Bu devrime otoriteye karşı, öncelikle de Komünist Partisine Dadaist’çe bir ret anlamı yüklenmişti. (Sanki bu devrimin delice totaliter yanı hiç görülmüyor gibiydi; Mao’yu kişiliğinde kültleştirmenin bu küçük düşürücü, aptallaştırıcı tutumu, entelektüellerin sürülmesi, zevk almanın ve seksin bastırılması, sanki bütün bunlar hiç görülmüyordu.) Prag Baharı, görünüşe göre Çin devriminin tersine bir sinyal veriyordu ve kurşunlaşmış Sovyet sisteminde yenilikçi dürtülerin olanaklılığını kanıtlıyordu. Daha sonra postmodern olarak nitelendirilecek olan sanat ve edebiyat avangartları ve de düşünürler hücrelerini terk edip, metropolitan çekiciliği ile etkileyen Polonya’ya göç ettiler. ‘Yoksul’ olan hoşa gidiyordu: teatro povera (Grotovski), Arte povera (Celant, Kounellis), Minimalizm. Anarşist Living Theatre’ın sahnelemeleri zamanın ‘alternatifçi’ gençliğini, en çok da İtalya’da büyülüyordu. Ben bu tiyatronun sahneye koyduğu Brecht’in ‘‘Sophokles’in Antigon’u’’ oyununu bir yıl içinde dört kez seyretmiştim. Tam da özlediğimiz biçimde değişmekte olan, kafası dumanlı bir dünya duyumsuyorduk. Ve bize her şey olanaklıymış gibi görünüyordu.
O zamanlar anlamlı bulma cömertliğini göstermemiştik,ama şu da vardı: Altmış sekiz hareketlerini olanca şiddetiyle yaşayan ülkelerin hepsi ekonomik atılım içindeydiler; az çok bugünkü Çin gibi. (Bugünkü Çin gençliğinde de, bizde o zamanlardaki gibi şiddetli bir cezbeye kapılmışlık olduğunu düşünüyorum.) İtaya bir ‘patlama’nın keyfini sürüyordu, De Gaul’ün Fransa’sı gelişmekteydi, Almanya çoktan beri kıtanın ekonomi lokomotifliğini yapıyordu. 68 Mayıs’ının Paris’inde duvarlarda, De Gaul’cülüğün, “Yoksulluğa ve işsizliğe çare rejimi” olduğunu ilan eden afişler vardı. Oysa Fransa’da o zamanlar gerçekte yalnızca birkaç yüz işsiz vardı; bu da ekonomi politik uzmanlarınca tamamen normal bir orandı ve verilere göre tam kapasite bir iş yoğunluğu vardı. Bu arada geçen onlu yıllarda Fransa’da işsiz sayısı üç milyona ulaştı, ama kimse barikatlara koşuşturmayı düşünmüyor. Kısaca, bizim radikal, bütüncül ve koşulsuz protestomuz, bir krizin, bir yoksunluğun, yoksulluğun sonucu ya da umutsuz bir gelecek perspektifi nedeniyle değildi. Tam tersineydi: Avrupa’nın bir bölümünde yaşanan, ekonomi, kültür ve politika alanlarındaki coşkulu ilerlemenin yankılanmasıydı. 68’e karşı olanlar da, bu yılların ‘güzel yıllar’ olduğunu teslim etmekten kaçınmadılar.
Benden daha genç, entelektüel arkadaşlarım bana soruyorlar: “68 niye oldu? Niye bazı ülkelerde oldu da, diğerlerinde, örnekse İngiltere’de olmadı? Öğrenci hareketleri ile işçi hareketleri arasında nasıl bir ilişki var?’’ Naif sorular, çünkü olmayan yanıta koşullanmışlar. Şunu demek istiyorum: Kaos ve karmaşıklık kuramı tarihsel olayları, ancak bir açıklamaları olmadığını savlayabilirse, açıklayabilir. “Brezilya’da bir kelebeğin kanatlanışı Texas’da bir Tornado yaratabilir.” Olayı meydana getiren hiçbir zaman tek bir neden değildir; öngörülemez biçimde birbirine bağlı birçok nedendir. Karmaşıklık kuramı, kaosun keşmekeşinde atraktörlerin ortaya çıkmasına, ne olursa olsun, izin verir. Herşey değişir, ama birşey -bir güç?- kaotik akışımları bir araya getirerek bir değişmez yaratır. O zamanki büyük panayırda, böyle bir değişmez, bir atraktör, oyuncuların çoğunluğunun ruh haliydi. Rastlantıyı dikkate alacaksak, bu ruh hali benimkine uyuyordu. O zamanlar manik bir sarhoşluk hali ile yaşıyordum. Yirmi yaşımda olduğumdan değil, tam tersine. Paul Nizan’ın söylediği gibi: “Yirmi yaşındaydım. Ve kimsenin bunun en güzel yaş olduğunu söylemesine izin veremem.” Acı çekmek için özel nedenlerim vardı, yine de düşlerimin gerçekleşmesinin zirvesinde olabilmek için elimden geleni yapıyordum. 
Düşperest olmamın dehşetli yanı, düşlerimin sıklıkla gerçek olmasıydı. Öğrenimim için Paris’e gitmek ve orada Roland Barthes’ın, Jacques Lacan’ın, Claude Levi-Strauss’ın, Jacques Derrida’nın, Ajuriagerra’nın, Greimas’ın seminerlerine katılmayı düşlemiş olmam gibi. Ve bu o sırada gerçekten yaptığım şeydi. Gençlik naifliğimle birlikte, kavramıştım ki, bu büyük düşünürler –nerdeyse hepsi ile aynı semtte yaşıyordum- zamanın kültürünü tüm dünyada büyük bir güçle etkilemekteydiler. Kendimi dünyanın merkezinde hissediyordum, kendi dünyamın merkezinde hissetmesem de. Bunun için büyük bir bedel ödemiş olsam da, her şey yolundaydı, ne var ki, İtalyan duygusal yaşamım eksikti ve de parasızdım. İyimser bir coşku barındırmayan, düşlere dalmış ve epeyce delice olan ruh halim, 68 gençliğinin çoğundaki ruh haline uyuyordu. ‘Sonunda her şey hareket ediyor’ izlenimini herkes edinmişti.
Gerçi Che Guevara 1967 Ekim’inde Bolivya’da öldürülmüştü. Ama bu kez, 1968’in Ocak’ında Viet-Kong Ted-Offensive gösterileri Amerika’ya gözdağı vermekteydi: “Vietnam serüveni büyük bir başarısızlık olacaktır.” Vietnam savaşına karşı çıkışlar, batı metropollerindeki gençliği bir araya getiriyordu. Bu gençler bir kez daha, büyük güce karşı büyük bir direniş hareketinin içinde olmakla yeniden kendilerini buluyorlardı. Çin kültür devrimi de entelektüellerin bazılarının aklını çelmişti: Bu devrime otoriteye karşı, öncelikle de Komünist Partisine Dadaist’çe bir ret anlamı yüklenmişti. (Sanki bu devrimin delice totaliter yanı hiç görülmüyor gibiydi; Mao’yu kişiliğinde kültleştirmenin bu küçük düşürücü, aptallaştırıcı tutumu, entelektüellerin sürülmesi, zevk almanın ve seksin bastırılması, sanki bütün bunlar hiç görülmüyordu.) Prag Baharı, görünüşe göre Çin devriminin tersine bir sinyal veriyordu ve kurşunlaşmış Sovyet sisteminde yenilikçi dürtülerin olanaklılığını kanıtlıyordu. Daha sonra postmodern olarak nitelendirilecek olan sanat ve edebiyat avangartları ve de düşünürler hücrelerini terk edip, metropolitan çekiciliği ile etkileyen Polonya’ya göç ettiler. ‘Yoksul’ olan hoşa gidiyordu: teatro povera (Grotovski), Arte povera (Celant, Kounellis), Minimalizm. Anarşist Living Theatre’ın sahnelemeleri zamanın ‘alternatifçi’ gençliğini, en çok da İtalya’da büyülüyordu. Ben bu tiyatronun sahneye koyduğu Brecht’in ‘‘Sophokles’in Antigon’u’’ oyununu bir yıl içinde dört kez seyretmiştim. Tam da özlediğimiz biçimde değişmekte olan, kafası dumanlı bir dünya duyumsuyorduk. Ve bize her şey olanaklıymış gibi görünüyordu.
O zamanlar anlamlı bulma cömertliğini göstermemiştik,ama şu da vardı: Altmış sekiz hareketlerini olanca şiddetiyle yaşayan ülkelerin hepsi ekonomik atılım içindeydiler; az çok bugünkü Çin gibi. (Bugünkü Çin gençliğinde de, bizde o zamanlardaki gibi şiddetli bir cezbeye kapılmışlık olduğunu düşünüyorum.) İtaya bir ‘patlama’nın keyfini sürüyordu, De Gaul’ün Fransa’sı gelişmekteydi, Almanya çoktan beri kıtanın ekonomi lokomotifliğini yapıyordu. 68 Mayıs’ının Paris’inde duvarlarda, De Gaul’cülüğün, “Yoksulluğa ve işsizliğe çare rejimi” olduğunu ilan eden afişler vardı. Oysa Fransa’da o zamanlar gerçekte yalnızca birkaç yüz işsiz vardı; bu da ekonomi politik uzmanlarınca tamamen normal bir orandı ve verilere göre tam kapasite bir iş yoğunluğu vardı. Bu arada geçen onlu yıllarda Fransa’da işsiz sayısı üç milyona ulaştı, ama kimse barikatlara koşuşturmayı düşünmüyor. Kısaca, bizim radikal, bütüncül ve koşulsuz protestomuz, bir krizin, bir yoksunluğun, yoksulluğun sonucu ya da umutsuz bir gelecek perspektifi nedeniyle değildi. Tam tersineydi: Avrupa’nın bir bölümünde yaşanan, ekonomi, kültür ve politika alanlarındaki coşkulu ilerlemenin yankılanmasıydı. 68’e karşı olanlar da, bu yılların ‘güzel yıllar’ olduğunu teslim etmekten kaçınmadılar.
Bugün o zamanın kupkuru istatistiklerine baktığımda, o sıralarda algılamamış olduğum bir şeyi açıkça görüyorum: Kendi neslimin tutkularıyla uyum içinde dans etme gereksinimi benliğimi ne çok kaplamış! Bu yıllarda İtalya’da olduğu gibi Fransa’da da üniversitelerde değişiklikler oldu; Üniversite öğrenimini kendileri için hep erişilemez bir ayrıcalık olarak görmüş olan sosyal tabakanın oğulları ve kızları, şimdi üniversitenin onurlu salonuna adım atabiliyorlardı. O zamanın önderleri yüksek öğrenimli sonradan görmeler değildiler; tersine, yüksek öğrenimi olağanlaştırmış ailelerin içinden geliyorlardı. Böylece sosyal sınıfların en üst ve en alt tabakaları arasında bir osmoz oluştu; zaten sağlam bir gelecekleri olduğu için, şimdiye değin bir dayatma olan gelecekten başka bir geleceği düşleyebilenler ile aslında kendilerine yabancı olan ve kutsallığını öfkeyle reddettikleri bir yere giriş olanağını bulanlar arasında.
Benim için Paris o zamanlar dünyanın merkeziydi ve ben bu merkezin merkezinde oturuyordum: İl de la Cite adasında; Notr Dame ile Polis Başkanlığının barışık olarak karşı karşıya durduğu yerde. Ben, yoksul Napoli’den doğrudan buraya gelmiş beş parasız öğrenci, 1968 Paris’inin en baştan çıkarıcı ve şık köşelerinden birinde, Cite’nin Dauphin meydanında, başımı sokacak küçük bir daire bulmuştum. Üç köşeli, sanat galerileri ve küçük kafelerin eklemlenmesiyle zenginleşmiş, Paris’in en eski ve ünlü köprüsü, Pont Neuf’e yüzünü dönmüş bir meydancık.
Picasso bu küçük meydanda epeyce dolanmıştı ve evimin yanındaki Katalan restoranı ünüyle bayram şenliği yaşıyordu. İki oda ve minicik bir mutfaktan oluşan evim, gerçekte bir fare deliğiydi; banyosu yoktu ve tuvaleti merdiven sahanlığındaydı; Eski Paris’te böyle birçok ev vardı. İyi ki, banyolu bir evi olan bir sevgilim vardı. Kentin bu lüks kesiminde, henüz, yoksul birçok insan da yaşıyordu. Pırıltının ve yoksulluğun bugün için düşünülemeyecek bir karışımı. Benim  evim, bugün hak ettiği biçimde restorasyondan geçirilip birkaç bin avro karşılığında kiraya verilmiştir, büyük bir olasılıkla. O zamanın Paris’inde sosyal katmanlar henüz karışıktı. Sınıf çatışmasının sözü çok ediliyor da olsa, sınıflar birbirleriyle merdivenlerde, sahanlıklarda karşılaşıyorlar ve dirsekleriyle birbirlerine çarpıyorlardı. ’Miseria e nobilta’ (’Yoksulluk ve asalet’), ünlü bir Napoliten oyununun adıdır bu. Hem aristokrat, hem de plebyen (avam, aşağı halk tabakasından) olan Napoli’nin bir çocuğu olarak, bu iki ekstremin birbirine geçişmesini Paris’te yeniden bulmuştum.
Ayaklanmış öğrenciler olan bizler, amfibi benzeri iki yaşamlıydık; yarı ayrıcalıklı, yarı ölümüne aç. Sorbonne’da öğrenim görmek ve kantinin ucuz yemeğini yemek, ayrıcalıkla taçlanmış bohemin havalı tarzıydı. Bohem yoksulluğu; bu tekinsiz bir uçurum kenarındaki alacakaranlık kuşağı, bizim imrenerek baktığımız yaratıcı mesleklerin parıltısı ile mutlak ve sürekli bir yoksulluğun şiddetli hüznünü birbirinden ayırıyordu. İçimizden birçoğu böyle lüks bir yoksulluktan tad alarak kendimizden geçiyorduk, ip üzerinde dengesini bulmaya çalışarak ilerleyen ip cambazlarıydık, ve arasıra birimizin başı dönerdi!
O sıralarda Cite adasında oturuyor olmam, bana sorun getirmiyor değildi. Geceleri Quartier Latin’deki bir toplantıdan ya da restorandan dönerken,eve nasıl gideceğimi bilemezdim. Polis bütün Quartier’i çepeçevre sarmış, diğer deyişiyle kıskaç altına almış olurdu. Giriş çıkış yalnızca metro ile mümkün olurdu, o da belli bir saatten sonra çalışmazdı. Yani nehrin diğer yakasındaki adama gidebilmek için, yayan ,batıya, sol yakadaki polis kordonunun sonuna kadar yürümek ve sonra da  Sein’in sağ yakasından ters yolu alarak, geri dönmek zorunda kalırdım. Bu Mayıs geceleri büyüleyici güzellikteydi! Bir yanda  bozuk fenerleri yüzünden karanlık, barut ve göz yaşartıcı gaz kokularının, polis sirenleri ve çığlıkların her yanını sardığı, delik deşik asfaltlı caddeleriyle Quartier Latin; diğer yanda, o her zamanki majestetik görkemi ve huzuruyla, ışıkları suya yansıyan bu kent. Bir yanda gençliğimin ateşi, diğer yanda çok görmüş geçirmiş olan bu kentin serin huzuru. Yorgun ve mutlu, bu gürültülü olaylar ile şeylerin bütün aldırmazlıklarıyla süre gidişinin göz kamaştırıcı zıtlığının zevkine varıyordum.
Paris değişiyor! Oysa melankolimde 
Hiçbir kımıldama yok! yeni saraylar, iskeleler, bloklar, 
Eski varoşlar, hepsi bence bir alegoriye dönüşmekte,
Ve benim sevgili anılarım kayalardan bile ağır.
Charles Baudelaire
Paris’in prestijini tanıyanlar, o zamanlarda yalnızca İtalyanlar değildi. (Ne var ki bugün ancak, o günlerden arta kalan bir prestijden söz edilebilir İtalya’da.) Henüz Fransız kültürü Anglo-Amerikan hegemonya tarafından köşeye sıkıştırılmamıştı. Paris’in değeri, yalnızca modanın, mutfağın ve parfümün bir dünya başkenti olmasından gelmiyordu; o aynı zamanda bir kültür süper-gücüydü. İtalya’da bir yabancı dil edinmek isteyen orta sınıftan bir kimse Fransızca’yı seçerdi. Annem Napoli’deki arkadaşlarına sevinçle şöyle derdi: “Oğlum dünyanın başkentinde okuyor.” Londra’nın ve Amsterdam’ın, her yerden daha fazla, alternatif gençlik kültürünü -Beatnik’ler, Hippi’ler, Provo’lar, uzun saçlılar v.b.- kendilerine çektikleri doğruydu. Yine de Paris, genç, yaşlı herkes için ‘öteki yüksek kültür’ü simgeleyen bir haç yeriydi.
Fransa, birçok naif entelektüelin inandığından farklı olarak, kendi kitle kültürünü satmaktaydı. Bununla birlikte, bu o zaman için iyiydi; Çünkü bu kültür yüksek eğitimli elitleri de canlandırıyordu; kültür endüstrisi tek yanlı olmayıp, yetkinlikte ve nitelikte maksimumu dışlamıyordu, tersine bunu da içeriyordu.
Fransa o sırada bütün dünyaya Claude Levi-Strauss’un antropolojisini, Roland Bartes’ın eleştirel denemelerini, çizgi roman Asteriks’i, Gainsbourg ve Becaud’nun şansonlarını, Michel Foucaults’nun ‘Delilik ve Toplum’unu, Claude Lelouch filmlerini, Godards’ın sinemasını, Zizi Jeanmaires’nin bacaklarını, ‘Tel Quel’ dergisini, Françoise Hardy’nin şarkılarını, Lacan psikanalizini ve Louis de Funes’li filmleri v.b. ihraç ediyordu.
Bugün Fransa artık kitle kültürü ihraç etmiyor, Carla Bruni’yi saymazsak demek lazım, belki. Paris kültürü de, ne yazık ki, bir zamanlar olduğu şey değil. O zaman Paris’te yaşamak benim için, zayıf bedenli, soluk yüzlü, geleceği şekillendirmek hırsıyla dolu gençlerden biri olarak, yıldızlar çemberinin merkezinde bir yaşamda olmak demekti, ve ben de, Sokrates zamanında yaşayan genç Alkibiades’in hissetmiş olabileceği şeyi hissediyordum.
Fransızlar o zaman, bugünkünden daha az burnu havadaydılar ve bu yüzden de ürettikleri düşünceler, hepimizi etkileyen düşünceler olabiliyordu. Paris insan bilimleri alanında, -sosyoloji, psikanaliz, yazın, antropoloji, edebiyat eleştirisi- en öndeki yerini yetmişli yıllar boyunca da korudu. Aynı şey ‘sol’ için de geçerliydi. Protesto kültürünün gurularının çoğu, Sartre, Russell, Foucaults, Fortini, Adorno, Marcuse, Enzensberger, Coletti gibi, Avrupalıydılar. Bugün guruların hepsi, Noam Chomsky, Jeremy Rifkin, Naomi Klein, Joseph Stiglitz gibi, Amerikalılar. Bugün biz Amerika’yı, Amerikalıların bize benimsettiği kavramlar ve sözlerle eleştiriyoruz.
Birçoğumuzun, eskiden olduğu gibi, bugün de Fransa’ya karşı belli bir sevgi beslemesinin nedeni, bu ülkenin kendi tarihinde kurallar yerine, iç açıcı ayrıklıklar üretmesiydi. Bugün ‘Fransız ayrıklığı’ndan söz ediyor olmamız rastlantı değil. Fransız Devrimi de ayrık olarak kaldı, kurallaşmadı. (Bütün bir 19.Yüzyıl boyunca Fransa bir dizi devrim ve karşı devrim yaşamış bir ülke olmakla bir istikrar örneği değildir.) Kuralları hep Anglo-Amerikan ülkeler koydular ve koyuyorlar; uzun süreli politik ve kültürel güç kazandıran şey de kuralların istikrarıdır.
Bu yüzden bugün bazı solcular ‘Fransız solu’nu öne çıkarıyorlar. Bununla asıl istenen sosyalizmin bir ayrıklık olmasıdır, kural değil. Kısa süreli hüküm sürmüş olan Paris Komünü’nün aydınlık bir yüzü vardı, buna karşılık yetmiş yıllık Sovyet sosyalizmi nefret uyandırıyordu. Bir devrimden bir rejim doğacaksa, ‘Dionisos’cu’ devrimciler, ki bunlar çoğunlukla entelektüellerdi, Majakovski’nin melankolik yolunu tutturmayı seçerlerdi. Birçok solcu, hep olduğu gibi, sosyalizm oyunsu bir kutlama olsun, bu yüzden de ‘Fransız solu’ olarak kalsın istiyordu. Ama hiçbir güzel oyun fazla dayanamaz. Beni sonraları 68’den uzaklaştıran da bu olmuştur; Kutlama güzeldi, ama yaşam, ‘helas’, bu kutlamanın sonsuzca süregitmesi değildi. Biz hiç bitmesin istiyorduk. Ama bir sonu vardı ve ayrıca her şey elbette bir gün biterdi: devrim, aşk, gençlik ve umut, her şey.
Mayıs geldiğinde hiç şaşırmamıştım. Kudüs yolundaki Paulus’un bir yıldırım çarpmasıyla uğradığı dinsel aydınlanmaya benzer biçimde, birçok ülkede birçok genç aynı anda devrimciliği inanç edindiler. Gerçi ben yıllardır aktivist solcuydum —Güney İtalya’da gençler politikaya ve sekse erken yaşta başlarlar— ve kendimi Troçkist olarak görüyordum. İtalya’da Arjantin kökenli Troçkist bir hareketin, en acil ve en gerekli diye adlandırılan programında çalışan kitlenin genel grevine yer veren ‘Dördüncü Enternasyonal’in bir üyesiydim. Taşkın düşperestlerin duygulu çetesi olarak görülen gurubumun programı, ‘Fransız Mayısı’nda harfi harfine gerçek oldu. ‘’Gerçeği bırak, düşünü al’’ benim için içi boşalmış bir slogandı; o aylar öylesine inanılmazdı ki, düş zaten gerçek olmuştu. Altmış-yetmiş yaşlarında olan dostlar geriye baktıklarında, bu zamanı yaşamlarının en heyecanlı dönemi olarak nitelendirirler; çünkü onlar çılgınlık tasarımlarımızın gerçekleşebileceğine tanık olmuş, bu nerdeyse ürkütücü denebilecek, rahatsız edici deneyimi yaşamışlardır.
Ben daha ’68den önce de bir Altmışsekizli gibi yaşıyordum. Örnekse, sokakta yoksul giyimli bir gence rastladığımda, onu hiç tanımaksızın alır, hemen eve götürürdüm. Onu gerekirse yatağımda bile yatırırdım. Oturduğum bu perişan evde böyle bir misafir, bir keresinde, bana uyuz bulaştırmıştı ve çok utanmıştım. ’68 Yazında İtalya’ya geldiğimde, yeni yaşayış çizgimi kanıtlamak için cesurca bir karar aldım: Napoli’deki (o zamandan beri serseri gençliğin Mekke’sidir) küçük teras katı dairemin kapısı kilitlenmeyecekti. Sonuç, benim için değerli daktilomun ve Brezilyalı kız arkadaşımın dialarının anında yok olması olmuştu. Böylece ‘yaşam biçimi’nin devrimini daha iyi zamanlara ertelemiştim.
Ne kadar da naifmişim o zamanlar! Genç olduğumdan ya da Marksist olduğumdan mı? Belki de her iki nedenden birden. (Bugün bile hala, olgun yaşlarında olan bir Marksist ile karşılaşırsam, onu yaşlanmayacak olanlardan biri olarak algılarım: Benim için sosyalizm bir gençlik coşkunluğudur, komünistler sonsuza değin öğrencidirler) Freud’un kitaplarını yutmuştum, yine de gündelik yaşamda bütünüyle şiirsel düşünüyordum, iç güdüler kuramının düzyazı metnini kavrayamazdım. Altmışsekizli arkadaşlarımdan birinin, politikayla hiç ilgisi olmayan Alman bir kızla beraberliği vardı. Arkadaşım kızı devrimci coşku inancına geçirmeye çalışıyordu. Sonuç, bu güzel kızın bir hafta sonra bir Che Guevara posterini duvarına raptiyelemesi oldu. Arkadaşım yine de hiç hoşnut görünmüyordu; onca yoğun çabayla eriştiği bu inanç değiştirmece işinde yolunda olmayan bir şey vardı. Bu olay bugün olsaydı arkadaşımın tepkisini hemen kolayca anlayabilirdim; bu gençkız arkadaşını hoşnut kılmayı istiyordu, ama bununla kalmayıp, aynı zamanda duvarındakinin seksi bir simge olmasını da istiyordu. Eğer bugün hala gençlerin duvarlarına, o zamanın kahramanları olan Ho Chi Minh’in, Castro’nun, Mao’nun, Russel’ın ya da Sartre’ın resimleri değil de, hep Che Guevara’nın resimleri yeğlenerek asılıyorsa, bunun nedeni, onun güzel olmasıdır. O zamanlar bilinçaltı dürtüleri üzerine pek çok konuşuyordum, ama bilinçli cinselliğin öncülü gözümden kaçmıştı.
Psikoloji bölümünün birinci yarıyılında okuyan bir öğrenci olarak hazırdım, ısrarlı çağrılara hiç gerek kalmamıştı; Quartier Latin’deki ilk barışçıl gösteriye ben de katıldım. Mayıs’ın ilk günlerinde gösterilerin, nasıl sürekli şehir gerillası savaşlarına dönüştüğünü gördükten sonra, gösterilerden uzak durmayı ve bir gözlemcinin, bir tanığın etik duruşuyla yetinmeyi seçtim. 7 Mayıs gecesi St.Michel bulvarından eve dönüş yolunda, caddeyi geçerken bir CRS birliği (ç.n:Fransız polisinin sokak eylemlerinde görevlendirilen kolu) beni tutukladı ve içinde birçok gencin bulunduğu bir hücreye attı. Gençlerin arasında yaralılar da vardı. Daha sonra yüzlerce tutuklunun bulunduğu bir kışlaya getirildik. Az ışıklandırılmış, bomboş, çok büyük bir kapalı alana hepimizi itiştiriyorlardı. Korkmaya başlamıştım. Neler olabileceğini resmediyordum: Beş yıl sonra, 1973 Eylül’ünde, Santiago’da Pinochets’nin devrilmesinin ardından olacak olanlara benzer bir tabloyu kurguluyordum. Bunlar burada, Paris’te olabilirdi; bizi buradan teker teker çıkarıp vurabilirlerdi. Bunun yerine bizi teker teker bir avluya çıkardılar, her türlü tekme, yumruk ve sopa dayağı darbeleriyle dövdüler ve küfürler savurdular. Bir porsiyon dayağı da, kaçmaya çalıştığımız koridorlarda yedik. Ardından yatışmış, kibirli polislerin önünde oturtulduk. Kimliklerimiz alındı, kaldırım taşı fırlatanları saptamak için ellerimiz kontrol edildi.
Sonunda Fransız vatandaşı olmayan altmış kişiyle birlikte büyükçe bir kafese kilitlenmiştim. Buradakilerin çoğu rasgele tutuklandıklarını söylüyorlardı. Bu yabancılardan biri, Quartier’de bir restoranda akşam yemeğini yerken, bir polis birliğinin içeriye daldığını ve bütün müşterileri tutukladığını anlattı. Bunu dinlerken kavradığım şeyi, 2001 Haziran’ında Cenova’da toplanan G8’e karşı protesto gösterisine katılan genç arkadaşlarıma açıklayacaktım: Polise, eyleme müdahale sırasında herhangi bir zamanda, önceden belirli bir sayıdaki kişiyi tutuklama emri gelir. Bu düşük maaşlı zavallı şeytanlar, şiddet eylemlerinde bulunan göstericilerin yolundan çekilip, hiç bir direnç gösteremeyen, belki de gösterici görüntüsü bile vermeyen, yalnızca yoldan geçmekte olan şanssızlara çullanırlar. Birçok ülkenin asayiş güçlerinde öfkeli bir korkaklıktan kaynaklanan bu tür davranış biçimi tipikleşmiştir.
2001 Haziran’ında Cenova’da bu apaçık görüldü: polis, bir okul binasında gecelemekte olan yüzlerce genci tutuklayıp Bolzaneto kışlasına götürdü. Burada bu geçler adamakıllı aşağılandılar ve kötü davranış gördüler. Polisler duruşmaya çıkarıldılar; duruşmadan haklarında beraat kararı çıktı.
Geceyi tutukevinde geçirdim. Sabah serbest bırakıldık. O geceki tutukluluğumda klostrofobimi keşfettim. Daha önce hiç tutuklu olmamıştım ve ne zaman bırakılacağımızı bilmiyorduk. Belki de bırakılmayacaktık! Bu hıncahınç dolu kafeste kaç saat, kaç gün geçirecektim? Görevliye seslendim ve zorlukla konuşuyormuş gibi yaparak kalp hastası olduğumu söyledim. Aslan yelesini andıran uzun, kabarık saçlarım, karaya vurmuş balık gibi görünmeme engel olamadı. Görevli kalbinin yumuşamasına karşı koymadı ve beni başka bir boş hücreye aldı, kapıyı da açık bıraktı. Ne zaman uçakla yolculuk edecek olsam, uçağa girmeden önce klostrofobi krizine yakalanırım: ‘’bu delikte oturmaya dayanabilecek miyim?’’ sorusuna Paris’te tutukevindeki krizin anısı eşlik eder.
Ertesi gün Le Monde’a bir mektup yazdım, başıma gelenleri anlatıp, olanları kınadığımı bildirdim. Bu günlük gazete mektubumu basmadı. Ama benzer öykülere ve haberlere yer veren başka gazeteler bastılar. Benden yirmi yaş kadar büyük  
Bugün o zamanın kupkuru istatistiklerine baktığımda, o sıralarda algılamamış olduğum bir şeyi açıkça görüyorum: Kendi neslimin tutkularıyla uyum içinde dans etme gereksinimi benliğimi ne çok kaplamış! Bu yıllarda İtalya’da olduğu gibi Fransa’da da üniversitelerde değişiklikler oldu; Üniversite öğrenimini kendileri için hep erişilemez bir ayrıcalık olarak görmüş olan sosyal tabakanın oğulları ve kızları, şimdi üniversitenin onurlu salonuna adım atabiliyorlardı. O zamanın önderleri yüksek öğrenimli sonradan görmeler değildiler; tersine, yüksek öğrenimi olağanlaştırmış ailelerin içinden geliyorlardı. Böylece sosyal sınıfların en üst ve en alt tabakaları arasında bir osmoz oluştu; zaten sağlam bir gelecekleri olduğu için, şimdiye değin bir dayatma olan gelecekten başka bir geleceği düşleyebilenler ile aslında kendilerine yabancı olan ve kutsallığını öfkeyle reddettikleri bir yere giriş olanağını bulanlar arasında.
Benim için Paris o zamanlar dünyanın merkeziydi ve ben bu merkezin merkezinde oturuyordum: İl de la Cite adasında; Notr Dame ile Polis Başkanlığının barışık olarak karşı karşıya durduğu yerde. Ben, yoksul Napoli’den doğrudan buraya gelmiş beş parasız öğrenci, 1968 Paris’inin en baştan çıkarıcı ve şık köşelerinden birinde, Cite’nin Dauphin meydanında, başımı sokacak küçük bir daire bulmuştum. Üç köşeli, sanat galerileri ve küçük kafelerin eklemlenmesiyle zenginleşmiş, Paris’in en eski ve ünlü köprüsü, Pont Neuf’e yüzünü dönmüş bir meydancık.
Picasso bu küçük meydanda epeyce dolanmıştı ve evimin yanındaki Katalan restoranı ünüyle bayram şenliği yaşıyordu. İki oda ve minicik bir mutfaktan oluşan evim, gerçekte bir fare deliğiydi; banyosu yoktu ve tuvaleti merdiven sahanlığındaydı; Eski Paris’te böyle birçok ev vardı. İyi ki, banyolu bir evi olan bir sevgilim vardı. Kentin bu lüks kesiminde, henüz, yoksul birçok insan da yaşıyordu. Pırıltının ve yoksulluğun bugün için düşünülemeyecek bir karışımı. Benim  evim, bugün hak ettiği biçimde restorasyondan geçirilip birkaç bin avro karşılığında kiraya verilmiştir, büyük bir olasılıkla. O zamanın Paris’inde sosyal katmanlar henüz karışıktı. Sınıf çatışmasının sözü çok ediliyor da olsa, sınıflar birbirleriyle merdivenlerde, sahanlıklarda karşılaşıyorlar ve dirsekleriyle birbirlerine çarpıyorlardı. ’Miseria e nobilta’ (’Yoksulluk ve asalet’), ünlü bir Napoliten oyununun adıdır bu. Hem aristokrat, hem de plebyen (avam, aşağı halk tabakasından) olan Napoli’nin bir çocuğu olarak, bu iki ekstremin birbirine geçişmesini Paris’te yeniden bulmuştum.
Ayaklanmış öğrenciler olan bizler, amfibi benzeri iki yaşamlıydık; yarı ayrıcalıklı, yarı ölümüne aç. Sorbonne’da öğrenim görmek ve kantinin ucuz yemeğini yemek, ayrıcalıkla taçlanmış bohemin havalı tarzıydı. Bohem yoksulluğu; bu tekinsiz bir uçurum kenarındaki alacakaranlık kuşağı, bizim imrenerek baktığımız yaratıcı mesleklerin parıltısı ile mutlak ve sürekli bir yoksulluğun şiddetli hüznünü birbirinden ayırıyordu. İçimizden birçoğu böyle lüks bir yoksulluktan tad alarak kendimizden geçiyorduk, ip üzerinde dengesini bulmaya çalışarak ilerleyen ip cambazlarıydık, ve arasıra birimizin başı dönerdi!
O sıralarda Cite adasında oturuyor olmam, bana sorun getirmiyor değildi. Geceleri Quartier Latin’deki bir toplantıdan ya da restorandan dönerken,eve nasıl gideceğimi bilemezdim. Polis bütün Quartier’i çepeçevre sarmış, diğer deyişiyle kıskaç altına almış olurdu. Giriş çıkış yalnızca metro ile mümkün olurdu, o da belli bir saatten sonra çalışmazdı. Yani nehrin diğer yakasındaki adama gidebilmek için, yayan ,batıya, sol yakadaki polis kordonunun sonuna kadar yürümek ve sonra da  Sein’in sağ yakasından ters yolu alarak, geri dönmek zorunda kalırdım. Bu Mayıs geceleri büyüleyici güzellikteydi! Bir yanda  bozuk fenerleri yüzünden karanlık, barut ve göz yaşartıcı gaz kokularının, polis sirenleri ve çığlıkların her yanını sardığı, delik deşik asfaltlı caddeleriyle Quartier Latin; diğer yanda, o her zamanki majestetik görkemi ve huzuruyla, ışıkları suya yansıyan bu kent. Bir yanda gençliğimin ateşi, diğer yanda çok görmüş geçirmiş olan bu kentin serin huzuru. Yorgun ve mutlu, bu gürültülü olaylar ile şeylerin bütün aldırmazlıklarıyla süre gidişinin göz kamaştırıcı zıtlığının zevkine varıyordum.
Paris değişiyor! Oysa melankolimde 
Hiçbir kımıldama yok! yeni saraylar, iskeleler, bloklar, 
Eski varoşlar, hepsi bence bir alegoriye dönüşmekte,
Ve benim sevgili anılarım kayalardan bile ağır.
Charles Baudelaire
Paris’in prestijini tanıyanlar, o zamanlarda yalnızca İtalyanlar değildi. (Ne var ki bugün ancak, o günlerden arta kalan bir prestijden söz edilebilir İtalya’da.) Henüz Fransız kültürü Anglo-Amerikan hegemonya tarafından köşeye sıkıştırılmamıştı. Paris’in değeri, yalnızca modanın, mutfağın ve parfümün bir dünya başkenti olmasından gelmiyordu; o aynı zamanda bir kültür süper-gücüydü. İtalya’da bir yabancı dil edinmek isteyen orta sınıftan bir kimse Fransızca’yı seçerdi. Annem Napoli’deki arkadaşlarına sevinçle şöyle derdi: “Oğlum dünyanın başkentinde okuyor.” Londra’nın ve Amsterdam’ın, her yerden daha fazla, alternatif gençlik kültürünü -Beatnik’ler, Hippi’ler, Provo’lar, uzun saçlılar v.b.- kendilerine çektikleri doğruydu. Yine de Paris, genç, yaşlı herkes için ‘öteki yüksek kültür’ü simgeleyen bir haç yeriydi.
Fransa, birçok naif entelektüelin inandığından farklı olarak, kendi kitle kültürünü satmaktaydı. Bununla birlikte, bu o zaman için iyiydi; Çünkü bu kültür yüksek eğitimli elitleri de canlandırıyordu; kültür endüstrisi tek yanlı olmayıp, yetkinlikte ve nitelikte maksimumu dışlamıyordu, tersine bunu da içeriyordu.
Fransa o sırada bütün dünyaya Claude Levi-Strauss’un antropolojisini, Roland Bartes’ın eleştirel denemelerini, çizgi roman Asteriks’i, Gainsbourg ve Becaud’nun şansonlarını, Michel Foucaults’nun ‘Delilik ve Toplum’unu, Claude Lelouch filmlerini, Godards’ın sinemasını, Zizi Jeanmaires’nin bacaklarını, ‘Tel Quel’ dergisini, Françoise Hardy’nin şarkılarını, Lacan psikanalizini ve Louis de Funes’li filmleri v.b. ihraç ediyordu.
Bugün Fransa artık kitle kültürü ihraç etmiyor, Carla Bruni’yi saymazsak demek lazım, belki. Paris kültürü de, ne yazık ki, bir zamanlar olduğu şey değil. O zaman Paris’te yaşamak benim için, zayıf bedenli, soluk yüzlü, geleceği şekillendirmek hırsıyla dolu gençlerden biri olarak, yıldızlar çemberinin merkezinde bir yaşamda olmak demekti, ve ben de, Sokrates zamanında yaşayan genç Alkibiades’in hissetmiş olabileceği şeyi hissediyordum.
Fransızlar o zaman, bugünkünden daha az burnu havadaydılar ve bu yüzden de ürettikleri düşünceler, hepimizi etkileyen düşünceler olabiliyordu. Paris insan bilimleri alanında, -sosyoloji, psikanaliz, yazın, antropoloji, edebiyat eleştirisi- en öndeki yerini yetmişli yıllar boyunca da korudu. Aynı şey ‘sol’ için de geçerliydi. Protesto kültürünün gurularının çoğu, Sartre, Russell, Foucaults, Fortini, Adorno, Marcuse, Enzensberger, Coletti gibi, Avrupalıydılar. Bugün guruların hepsi, Noam Chomsky, Jeremy Rifkin, Naomi Klein, Joseph Stiglitz gibi, Amerikalılar. Bugün biz Amerika’yı, Amerikalıların bize benimsettiği kavramlar ve sözlerle eleştiriyoruz.
Birçoğumuzun, eskiden olduğu gibi, bugün de Fransa’ya karşı belli bir sevgi beslemesinin nedeni, bu ülkenin kendi tarihinde kurallar yerine, iç açıcı ayrıklıklar üretmesiydi. Bugün ‘Fransız ayrıklığı’ndan söz ediyor olmamız rastlantı değil. Fransız Devrimi de ayrık olarak kaldı, kurallaşmadı. (Bütün bir 19.Yüzyıl boyunca Fransa bir dizi devrim ve karşı devrim yaşamış bir ülke olmakla bir istikrar örneği değildir.) Kuralları hep Anglo-Amerikan ülkeler koydular ve koyuyorlar; uzun süreli politik ve kültürel güç kazandıran şey de kuralların istikrarıdır.
Bu yüzden bugün bazı solcular ‘Fransız solu’nu öne çıkarıyorlar. Bununla asıl istenen sosyalizmin bir ayrıklık olmasıdır, kural değil. Kısa süreli hüküm sürmüş olan Paris Komünü’nün aydınlık bir yüzü vardı, buna karşılık yetmiş yıllık Sovyet sosyalizmi nefret uyandırıyordu. Bir devrimden bir rejim doğacaksa, ‘Dionisos’cu’ devrimciler, ki bunlar çoğunlukla entelektüellerdi, Majakovski’nin melankolik yolunu tutturmayı seçerlerdi. Birçok solcu, hep olduğu gibi, sosyalizm oyunsu bir kutlama olsun, bu yüzden de ‘Fransız solu’ olarak kalsın istiyordu. Ama hiçbir güzel oyun fazla dayanamaz. Beni sonraları 68’den uzaklaştıran da bu olmuştur; Kutlama güzeldi, ama yaşam, ‘helas’, bu kutlamanın sonsuzca süregitmesi değildi. Biz hiç bitmesin istiyorduk. Ama bir sonu vardı ve ayrıca her şey elbette bir gün biterdi: devrim, aşk, gençlik ve umut, her şey.
Mayıs geldiğinde hiç şaşırmamıştım. Kudüs yolundaki Paulus’un bir yıldırım çarpmasıyla uğradığı dinsel aydınlanmaya benzer biçimde, birçok ülkede birçok genç aynı anda devrimciliği inanç edindiler. Gerçi ben yıllardır aktivist solcuydum —Güney İtalya’da gençler politikaya ve sekse erken yaşta başlarlar— ve kendimi Troçkist olarak görüyordum. İtalya’da Arjantin kökenli Troçkist bir hareketin, en acil ve en gerekli diye adlandırılan programında çalışan kitlenin genel grevine yer veren ‘Dördüncü Enternasyonal’in bir üyesiydim. Taşkın düşperestlerin duygulu çetesi olarak görülen gurubumun programı, ‘Fransız Mayısı’nda harfi harfine gerçek oldu. ‘’Gerçeği bırak, düşünü al’’ benim için içi boşalmış bir slogandı; o aylar öylesine inanılmazdı ki, düş zaten gerçek olmuştu. Altmış-yetmiş yaşlarında olan dostlar geriye baktıklarında, bu zamanı yaşamlarının en heyecanlı dönemi olarak nitelendirirler; çünkü onlar çılgınlık tasarımlarımızın gerçekleşebileceğine tanık olmuş, bu nerdeyse ürkütücü denebilecek, rahatsız edici deneyimi yaşamışlardır.
Ben daha ’68den önce de bir Altmışsekizli gibi yaşıyordum. Örnekse, sokakta yoksul giyimli bir gence rastladığımda, onu hiç tanımaksızın alır, hemen eve götürürdüm. Onu gerekirse yatağımda bile yatırırdım. Oturduğum bu perişan evde böyle bir misafir, bir keresinde, bana uyuz bulaştırmıştı ve çok utanmıştım. ’68 Yazında İtalya’ya geldiğimde, yeni yaşayış çizgimi kanıtlamak için cesurca bir karar aldım: Napoli’deki (o zamandan beri serseri gençliğin Mekke’sidir) küçük teras katı dairemin kapısı kilitlenmeyecekti. Sonuç, benim için değerli daktilomun ve Brezilyalı kız arkadaşımın dialarının anında yok olması olmuştu. Böylece ‘yaşam biçimi’nin devrimini daha iyi zamanlara ertelemiştim.
Ne kadar da naifmişim o zamanlar! Genç olduğumdan ya da Marksist olduğumdan mı? Belki de her iki nedenden birden. (Bugün bile hala, olgun yaşlarında olan bir Marksist ile karşılaşırsam, onu yaşlanmayacak olanlardan biri olarak algılarım: Benim için sosyalizm bir gençlik coşkunluğudur, komünistler sonsuza değin öğrencidirler) Freud’un kitaplarını yutmuştum, yine de gündelik yaşamda bütünüyle şiirsel düşünüyordum, iç güdüler kuramının düzyazı metnini kavrayamazdım. Altmışsekizli arkadaşlarımdan birinin, politikayla hiç ilgisi olmayan Alman bir kızla beraberliği vardı. Arkadaşım kızı devrimci coşku inancına geçirmeye çalışıyordu. Sonuç, bu güzel kızın bir hafta sonra bir Che Guevara posterini duvarına raptiyelemesi oldu. Arkadaşım yine de hiç hoşnut görünmüyordu; onca yoğun çabayla eriştiği bu inanç değiştirmece işinde yolunda olmayan bir şey vardı. Bu olay bugün olsaydı arkadaşımın tepkisini hemen kolayca anlayabilirdim; bu gençkız arkadaşını hoşnut kılmayı istiyordu, ama bununla kalmayıp, aynı zamanda duvarındakinin seksi bir simge olmasını da istiyordu. Eğer bugün hala gençlerin duvarlarına, o zamanın kahramanları olan Ho Chi Minh’in, Castro’nun, Mao’nun, Russel’ın ya da Sartre’ın resimleri değil de, hep Che Guevara’nın resimleri yeğlenerek asılıyorsa, bunun nedeni, onun güzel olmasıdır. O zamanlar bilinçaltı dürtüleri üzerine pek çok konuşuyordum, ama bilinçli cinselliğin öncülü gözümden kaçmıştı.
Psikoloji bölümünün birinci yarıyılında okuyan bir öğrenci olarak hazırdım, ısrarlı çağrılara hiç gerek kalmamıştı; Quartier Latin’deki ilk barışçıl gösteriye ben de katıldım. Mayıs’ın ilk günlerinde gösterilerin, nasıl sürekli şehir gerillası savaşlarına dönüştüğünü gördükten sonra, gösterilerden uzak durmayı ve bir gözlemcinin, bir tanığın etik duruşuyla yetinmeyi seçtim. 7 Mayıs gecesi St.Michel bulvarından eve dönüş yolunda, caddeyi geçerken bir CRS birliği (ç.n:Fransız polisinin sokak eylemlerinde görevlendirilen kolu) beni tutukladı ve içinde birçok gencin bulunduğu bir hücreye attı. Gençlerin arasında yaralılar da vardı. Daha sonra yüzlerce tutuklunun bulunduğu bir kışlaya getirildik. Az ışıklandırılmış, bomboş, çok büyük bir kapalı alana hepimizi itiştiriyorlardı. Korkmaya başlamıştım. Neler olabileceğini resmediyordum: Beş yıl sonra, 1973 Eylül’ünde, Santiago’da Pinochets’nin devrilmesinin ardından olacak olanlara benzer bir tabloyu kurguluyordum. Bunlar burada, Paris’te olabilirdi; bizi buradan teker teker çıkarıp vurabilirlerdi. Bunun yerine bizi teker teker bir avluya çıkardılar, her türlü tekme, yumruk ve sopa dayağı darbeleriyle dövdüler ve küfürler savurdular. Bir porsiyon dayağı da, kaçmaya çalıştığımız koridorlarda yedik. Ardından yatışmış, kibirli polislerin önünde oturtulduk. Kimliklerimiz alındı, kaldırım taşı fırlatanları saptamak için ellerimiz kontrol edildi.
Sonunda Fransız vatandaşı olmayan altmış kişiyle birlikte büyükçe bir kafese kilitlenmiştim. Buradakilerin çoğu rasgele tutuklandıklarını söylüyorlardı. Bu yabancılardan biri, Quartier’de bir restoranda akşam yemeğini yerken, bir polis birliğinin içeriye daldığını ve bütün müşterileri tutukladığını anlattı. Bunu dinlerken kavradığım şeyi, 2001 Haziran’ında Cenova’da toplanan G8’e karşı protesto gösterisine katılan genç arkadaşlarıma açıklayacaktım: Polise, eyleme müdahale sırasında herhangi bir zamanda, önceden belirli bir sayıdaki kişiyi tutuklama emri gelir. Bu düşük maaşlı zavallı şeytanlar, şiddet eylemlerinde bulunan göstericilerin yolundan çekilip, hiç bir direnç gösteremeyen, belki de gösterici görüntüsü bile vermeyen, yalnızca yoldan geçmekte olan şanssızlara çullanırlar. Birçok ülkenin asayiş güçlerinde öfkeli bir korkaklıktan kaynaklanan bu tür davranış biçimi tipikleşmiştir.
2001 Haziran’ında Cenova’da bu apaçık görüldü: polis, bir okul binasında gecelemekte olan yüzlerce genci tutuklayıp Bolzaneto kışlasına götürdü. Burada bu geçler adamakıllı aşağılandılar ve kötü davranış gördüler. Polisler duruşmaya çıkarıldılar; duruşmadan haklarında beraat kararı çıktı.
Geceyi tutukevinde geçirdim. Sabah serbest bırakıldık. O geceki tutukluluğumda klostrofobimi keşfettim. Daha önce hiç tutuklu olmamıştım ve ne zaman bırakılacağımızı bilmiyorduk. Belki de bırakılmayacaktık! Bu hıncahınç dolu kafeste kaç saat, kaç gün geçirecektim? Görevliye seslendim ve zorlukla konuşuyormuş gibi yaparak kalp hastası olduğumu söyledim. Aslan yelesini andıran uzun, kabarık saçlarım, karaya vurmuş balık gibi görünmeme engel olamadı. Görevli kalbinin yumuşamasına karşı koymadı ve beni başka bir boş hücreye aldı, kapıyı da açık bıraktı. Ne zaman uçakla yolculuk edecek olsam, uçağa girmeden önce klostrofobi krizine yakalanırım: ‘’bu delikte oturmaya dayanabilecek miyim?’’ sorusuna Paris’te tutukevindeki krizin anısı eşlik eder.
Ertesi gün Le Monde’a bir mektup yazdım, başıma gelenleri anlatıp, olanları kınadığımı bildirdim. Bu günlük gazete mektubumu basmadı. Ama benzer öykülere ve haberlere yer veren başka gazeteler bastılar. Benden yirmi yaş kadar büyük bir Fransız arkadaşım, Mireille şunu söyledi: ‘’Le Monde’a yazmakla iyi yaptın. Er ya da geç buradaki bütün ileri gelen yabancılar Le Monde’ bir mektup yazacaklardır.’’
Napoli’nin yoksul halkının delikanlılarının ağzında şöyle bir deyiş vardır: ‘’Erkek olmak için üç şey lazımdır: askerlik yapmak, bir sokak kadını ile yatmak ve en az bir geceyi kodeste geçirmek.’’ Asker olmamıştım, sokak kadınlarına hiç yaklaşmamıştım, ama kodeste bulunduğumu söyleyerek avunabilirdim; demek ki yirmi yaşımda üçte bir erkek sayılabilirdim.
Cumhurbaşkanı Sarkozy hepimizin bildiği gibi Papa’nın sempatisini kazanmıştır. Bir konuşmasında, ’68 mirasının, özellikle de bu mirasa temel olan ‘görecelilik’ ilkesinin gömülmesi gereğini dile getirdi. Bunun saçmalığı hemen ilk bakışta görülür: O zaman atılan nutuklarda görecelilikten eser bulunmazdı, tam tersine söylemde mutlaklık egemendi. (“Tarih her zaman sınıf çatışmalarının tarihi olmuştur”, “Devrimci proletarya bir yana, burjuvazi ve emperyalizm diğer yana” vb.) Ama belki de mutlaklık, bizim en uç esrimemize paravan olan dış yüzdü, radikal, coşkulu bir sekülerleşme özlemimize. Hem Papa Ratzinger, hem de Sarkozy için ‘görecelilik’, sekülerleşme denen şeyin, yani modernizmin en özgül özelliğinin karalanmasının bir aracı anlamına geliyor.
Bizler nihilistler de değildik. Nihilizm en yüksek değerlerin hiçbir işe yaramadıkları kanısını taşır. Oysa çok açıktır; bizim bir kutup yıldızımız vardı ve bu devrimdi. Biraz kafası karışık olsa da, yine de net bir tasarım, mesihvari bir kurtuluş umudu, aynı zamanda da gelecekteki bir yaşam biçemi. Gerçek nihilizm devrimi dışlar, evet, hüküm süren şimdiki zamanla uyuşur, böylelikle sonunda, gerçeği olduğu haliyle kabullenmeye bağlanmıştır. Gerçek bir nihilist aile kurar, bilişimci olarak çalışır, akrabalarını yemeğe davet eder, Pazarları kilisede messe dinler, kısacası, mutlu biri görüntüsü verir. Gerçek nihilist hiçbir şey ummaz, oysa bizim teoloji kökenli bir erdemimiz, bir umudumuz vardı: Hak ve gerçek olan bir toplumun sabırsız beklentisi; hak olduğu için gerçek, gerçek olduğu için hak olan bir toplum.
Eğer 68’i tüm Marksist üstyapısından soyutlarsak, uzun bir yolu ardında bırakarak biçimlenmiş bir düşünsel yapıyla karşılaşırız: Verili bütün hiyerarşilerin ve tüm biçimleriyle otoritenin reddi. Yani kısaca: özgürlükçü ve liberal, muştulu mesaj.
Anarşizm hareketi önceleri hiç sözü edilmeyen bir şeyken, ’68 Mayıs’ında ortaya çıkışı bir rastlantı değildir. Bulvarlar yarı Marksist, yarı anarşist kırmızı ve siyah flamalarla doluyordu. Fransız Mayısının simgesi olan Cohn-Bendit kendisini açıkça bir anarşist olarak ilan etmemiş miydi? Düşman değişmişti; Şimdi anarşizmin baş düşmanı kapitalizm değil, tüm biçimleriyle devlet ve her türü ile taşlaşmış hiyerarşi idi. Yanısıra, zamanın en saygın Marksisti Louis Althusser ‘devletin ideolojik araçları’nın analizindeki başarısıyla sivrilmekteydi.  Merkezileşen ve güçlenmekte olan Fransız devleti açıkça kapitalizmden daha sevimsiz bulunuyordu. Gerçek düşman güçlü devletti, De Gaul’cü, Jakoben ve komünist biçimleriyle devlet, ya da polis devleti. Şu da var ki, devletin reddi yalnızca anarşizmin fizyonomisine değil, liberalizminkine de aittir. Ve anarşi, liberalizmin bir biçimi değilse, nedir? (Anarşizmin Birleşik Devletler’de sağda bir radikal hareket olması, Avrupa’daki gibi solcu bir radikalizm olarak algılanmaması rastlantısal değildir.)  Sosyalist ve komünist gelenekteki  babalarımıza ve büyükbabalarımıza sırtımızı dayamış olarak, özgürlükler talebimizi sınır tanımazca yaygınlaştırıyorduk. Bu biz ‘68’lilerin kendimizi beğenmişliğimiz ve de liberalizmi inanç edinmemizin, açıkça görünür olmayan, dolaylı bir biçimiydi.
Burada, Anna Maria Ortese’nin düşüncesini benimseyen biri olarak şöyle demek isterim: 68’in komünizm temelli, heyecan uyandırıcı yenilikçiliği, bir olağanüstü hal liberalizmi idi; insan ilişkilerindeki kardeşliğin sekülerleşmesine olan bireysel gereksinimi ifade eden evrensel bir hiperbol.  
“Yasaklamak yasaktır”- Şu çok ünlü slogan! Ve bir o kadar da liberal! Bu günümüzde Berlusconi’nin de alamet-i farikası olmadı mı? Felsefenin ‘negatif özgürlük’ diye adlandırdığı şeyi, biz o zamanlar bu sloganla zorla kabul ettirmeye çalışıyorduk. Kısaca söylersek, ‘negatif özgürlük’: Yahudi, eşcinsel, kadın, Müslüman ya da Roman da olsan, Tour d’Argent’a (o zamanların Paris’indeki en lüks restoran) gidebilmektir.
‘Pozitif özgürlük’ ise şöyle ayrımlanır: Orada bir akşam yemeği yiyebilecek param olmasına karşın, yasaklanmış da olsa, kendime Tour d’Argent’ın kapısından içeriye girmeyi yasaklamamdır. Bizim Marksizm’i üstlenişimiz ‘pozitif özgürlük’e odaklanmamıza yol açmalıydı. Oysa biz ‘negatif özgürlük’ün önündeki engellere savaş açmıştık. Bir yanda hayranlık ve sevgi beslediğimiz büyüklerimizden, profesörlerimizden edindiğimiz Marksist geleneğin tarihsel günbatımında tutturduğumuz bir yol vardı. Diğer yanda bireysel isteklerin egemenliği adına dayanışmayı da kendine katan, liberal-popülist bir çığın üzerinde şafak sökmekteydi. Tıpkı aydınlık kuzey ülkelerindeki güneşin geceyarısı batıp, birkaç saniye sonraki şafak olarak yeniden yükselişindeki gibi, günbatımı ile gündoğumunun ışıkları birbiri içine geçişmişti.
Bugünün İtalya’sındaki başarılı sağcı politikanın kendi tabanını ‘özgürlükler halkı’ diye adlandırması da rastlantı değildir. 40 yıl içinde sol anarşizmin gizli öncülünü koruyuculuğumuz, sağ anarşizmin gizli önceliğine kaydı. Öğretmenlerini seçme ve reddetme haklarını isteyen öğrencilerin o zamanki gösterilerini anımsayalım. Geçen 40 yıllık zaman içinde anglo-amerikan liberalizminden giderek daha çok etkilenmiş olan yüksek öğrenimde belirleyici olanın, öğrencilerin kendileri olduğu görülmemiş midir? Bugün bir profesörün atanması ya da görev yerinde çalışmasının devamı, İtalya ve Fransa gibi ülkelerde, öğrencilerin doçentlere ve profesörlere verdikleri nota bağlıdır. Bugünün öğrencileri paralarını ödeyen tüketiciler; sonuçta onlar kendi öğretmenlerini kendileri belirliyorlar. En az yirmi yıldır, kendileri kadar iyi bilgisayar kullanamayan öğretmenlerine pek de saygı duymaz oldular ve bu öğrenciler ne manken, ne de gazeteci olmak isteyenler. 68’in en radikal beklentilerini bile epeyce aşmış olan bir sonuç. Politikacıların da, gücün papazları olarak, kutsal auraları hiç kalmadı; tam bizim o zamanlar istemiş olduğumuz gibi, medya tarafından alaya bile alınabiliyorlar, popülerlikleri en alt değerlere düşebiliyor.
Eski Romalılar ‘potestas’ ile ‘auctoritas’ arasındaki ayrımı iyice belirlemişlerdi: Birincisi, kişinin edindiği belirli bir pozisyondan kaynaklanır. Diğerinin kökeni ise salt varoluşsal roldedir; baba olmanın, yaşlı bir büyük olmanın özelliğindedir. Ya da Tanrının tanrısallığının. 68 de benzer bir ayrımı güdüyordu ve antiotoriter idi; bizler güçlülerin gücünü otoritelerinden ayırmak istiyorduk. Güçlülerin artık otoriteleri yoktu. Onlar, ya zengin oldukları, ya seçilmiş oldukları, ya da bir madalya, bir nişan edinmiş oldukları için güçlüydüler. Peki gerçek otorite kime layık görülmelidir? Kişinin bulunduğu pozisyonun gücünden değil de, ne olduğundan kaynaklanan gerçek otorite. Bugün buna, günümüze de bakarak, şöyle bir yanıtım olurdu, ki bu da 68’in hep süregelmiş ve biraz da rayından çıkmış bir sonucudur: Gerçek otorite ‘çoğu’na layık görülebilir. Bu bizim düşümüzdü. Bir kısım elit tarafından değil de, ‘çoğu’ tarafından yönetilen bir toplum.
Bugün yetkili güç halktan gelmez; Halk artık transandantal bir kategori olmuştur. Bu güç bu ‘çoğu’ dediğim şeyindir. Burada sözünü ettiğim şey ‘çoğunluk’ değildir; bir yönetim yurttaşlarının salt çoğunluğunu neredeyse hiç temsil edemez; bu temsiliyette hep bir görecelilik vardır. Yine Eski Roma’dan alırsak, ‘plerique’, yani ‘çoğu’, otorite ve saygınlık edindirici bir sayı demektir. Geçerli olan bu ‘çoğu’nun istediği şeydir. ‘Çoğu’ senin kitaplarını satın alırsa, büyük bir yazar olarak görülürsün. ‘Çoğu’ seni sevimli bulursa popüler bir politikacısındır. ‘Çoğu’ seni tanırsa, sen bir VIP’sindir. ‘Çoğu’ seni televizyonda görürse, ‘varolur’sun. Demokrasi bugün ‘plerikrasi’ye dönüşmüştür. İstediğimiz bu değil miydi? Ya da bu muydu?
O zamanlar ‘açık çift’ kuramsallaştırıldı ve uygulamaları da zaten yaşanıyordu. Bu tasarım da köküne kadar liberaldir. Henüz tanımadığımız Karl Popper açık toplumu anlatmıştı. Bu da bizim ‘açık çift’ tasarımımıza el veriyordu. Elbette 68’li genç çiftler arasında da tutku ve hatta kıskançlıklar yaşanmaktaydı, ama bunlar hoş karşılanmıyordu; serbest cinsellik, cinsel yaşam trajedisi yaratmamalıydı. Seks bir eğlence, bir oyun olmalı, asla ciddileşmemeliydi. Çünkü ciddi olan tek şey, bizim yaptığımız tarihti. Çift, serbest değişme anlayışıyla yeniden tanımlanıyordu; annelerimizin ve babalarımızın çifti koruyuculuk tutumlarına karşı bir alternatif geliştiriyorduk.
Geçenlerde benim yaşımdaki biri şöyle dedi: “68’e katılıyordum, çünkü kız tavlamanın en iyi yoluydu.” Bu, bütünüyle yanlış sayılmazdı. Gerek önceleri, gerek 68 sırasında ve sonrasında, yaşıtımız kızları tavlamak için dansa gidilirdi. İtalyan genç erkeklerinin baleyi küçümseme adeti, beni zamanın moda danslarını öğrenmekten alıkoyamamıştı. Lokallerde ‘slow’ dans ediliyordu, yani birbirine sarmaş dolaş. Hiç tanımadan dansa kaldırdığımız kızın dansın sonundaki teşekkürü, dansa mı, yoksa cinsel olarak arzulanıyor olmasına mı yorulmalı, pek anlaşılmazdı.
Bizler ‘farklı’ydık, ille de cinsel uyarım olmaksızın, yalnızca yol arkadaşı olmak bile, bizler için yeterince ayartıcı olurdu. Toplantılardaki ‘yoldaş’ kızlarla karşılaşmalar, bizim ‘soyut tutkularımız’a karşılık verebilecek kızları, öyle uzun uzadıya uğraşmadan bulabilmemize, hiç değilse kuramsal olarak olanak yaratıyordu.
Şöyle denebilir: 68 batıda, bir yüzüyle tarihsel başarısına erişmiştir: cinsel özgürleşme. O zamandan bu yana karşı cinsler arasındaki ilişkiler değişmiştir. Kadın-erkek eşitliği önemli bir ilerleme göstermiş, homoseksüellik belli bir hoşgörü kazanmış, kürtaj yasallaşmıştır. Ortaçağa ait ‘kurala uygun aşk’ tutumuyla sürdürülmekte olan bekaretin korunması geleneği, bu yıllarda gerçekten ortadan kaybolmuştur. Kendimizi, çok değil, bizden yalnızca bir on yaş kadar büyük olan, ama cinsel tutumlarıyla geçmiş bir çağda yaşayanlarla karşılaştırdığımızda, attığımız kararlı adımı görüyorduk.
Memleketim olan Güney İtalya’da da, genç kızların bekaretlerini düğüne kadar korumaları, 60’lı yıllarda hala çok önemliydi. 68’le birlikte, birkaç yıl içinde hızlı bir değişiklik yaşandı ve gençlik için bekaret, bu özenle korunması gereken çeyiz, olabildiğince çabuk kurtulunması gereken bir yük oldu. Bu gelenek değişikliği, kadınların edindiği, önceleri salt erkeklere hak görülmüş olan, utanmasız ve çekincesiz cinsel davranışın yaygınlaşması, 68’den önceleri de bazı ülkelerde görülüyordu; öncelikle Lüteryan bir disiplinin iyice içlerine işlemiş olduğu İskandinav toplumlarında bu değişim çoktan başlamıştı. Ünlü cinsel devrim 68’in bir ürünü değildir. Daha çok tersi doğrudur. 68 hareketi, zamanın sekülerleşme ve cinsel demokratikleşme süreçlerini politik bir devrim rengine büründürmüştür. Kaldı ki, bu süreçler daha çok liberalleşme süreçleriydiler.
Gramsci “Tutukevi Defterleri”nde özgür aşk savunucularının işçi hareketlerine getirdiği sorunlar üzerine yazdı. Sosyalistler, uyanık erkekleri ve kadınları, o her şeyden daha önemli olan toplantılarına katılmaya inandırabilmek için yedi gömlek ter dökerlerdi. Oysa özgür aşk savunucuları gelip de sözü aldıklarında, işleri çok kolay olurdu. Sosyalistler ciddi devrim vaazları verdiler, oysa diğerlerinin inandırma uğraşı bir Fars oyunuydu. Gün gibi apaçık olan ise, özgür aşk savunucularının dünyanın büyük bir bölümünde zafere erişmiş olmalarına karşın, sosyalistlerin her yerde yenik düşmüş olmalarıdır. Aşk özgürlüğü tarihsel başarı olarak, bedeli ne olursa olsun ekonomik eşitlik ilkesine üstün gelmiştir. Wilhelm Reich’ın ve Cicciolina’nın (parlamentoya seçilmiş olan İtalyan porno yıldızı) düşüncelerinin, Gramsci’nin ve Mao Tse-Tung’unkilerden  daha inandırıcı olmuş oldukları görülüyor. 
68 hareketinin anti-faşist niteliği de var mıydı? 68, kendilerini, faşizm ve nazizm ile birbirlerinden çok farklı biçimlerde ilişkilendirmiş olan, İtalya, Fransa, Almanya, Birleşik Devletler, Çekoslovakya, Meksika gibi birçok ülkeyi sarsmıştı. Biz yirmili yaşlarındaki İtalyanlar için ailelerimizin saygınlıkları ne ise, resistanza (direniş) da oydu: ailelerimizle boy ölçüşmek için yapıyorduk 68’i. Tabii ki ‘direniş’i idealleştiriyor, ya da ona modern anlamlar yüklüyorduk. Onu, Che Guevara ve Vietkong için bir prolog olarak okuyorduk.
1968’de, çok tanınmış olan, haftalık L’Espresso dergisi şakacı bir makale yayımladı; Bizden bir önceki neslin ifade biçimlerinin yeni dildeki karşılıklarını veriyordu. Örnekse, direniş hareketinde olan biri, artık şöyle söyleyemezdi:” Nazi işgalcilerine karşı kurulan piyade siperlerinde partizan olarak bulunmuştum.” Böyle ifade eden biri karizmasını yitirmiş olurdu. Şöyle denmeliydi: “Savaş sırasında, Kuzey İtalya’daki askeri ve politik güçlere karşı birçok gerilla eylemi ve sabotaj hareketi gerçekleştirdim.”
Direniş bizim için, anti-faşist içeriği yüzünden değil de, biçimiyle bir idealdi: “Askeri eylemlere karşı alt sınıfın kavgası”. Direniş konulu filmlere koşa koşa gidiyorduk; ‘halkın silahlı savaşımı’nın seyrinden zevkle etkileniyorduk. Direnişte sosyalist devrimin genel provasını görüyorduk. Ama gözden kaçırdığımız bir şey vardı; katoliklerin, liberallerin, De Gaul’cülerin, nasyonalistlerin ve hatta İtalya’daki monarşistlerin bile kendi direnişleri vardı.
Faşistlerle kavga kopartmak, bizim moda sporumuz olmuştu. ‘Nostaljik faşistler’, 90’lı yılların sonlarına değin, Movimento Sociale İtaliano (MSİ) partisinin gettosunda kaldılar. Bu parti, Berlusconi onu 1994’de yönetime alıncaya değin sürekli muhalefet karantinasındaydı. MSİ’nin kavgacı kolu sürekli olarak bizden birini dövüyordu, peşinden de biz onlardan birini döverek öcümüzü alıyorduk. Ya da tersi oluyordu. Bu sokak kavgaları, hemen önümüzdeki bir gelecekte ve de kaçınılmaz olarak gördüğümüz ‘silahlı savaşım’ uygulamalarının arenasıydı. (70’li yıllardaki terörizm ile, ‘silahlı savaşım’ ciddi bir gerçeklik olarak ortaya çıktığında ise, aramızdan birçoğu onu yadsıdılar: ‘Silahlı savaşım’ hep gelecekte kalmalı, hiçbir zaman şimdi de gerçekleşmemeliydi.)
Faşistlerle tutuştuğumuz sokak kavgalarında, biraz da dövüşmenin eğlendirici tadını çıkarıyorduk; onları bizim asıl düşmanlarımız olarak görmüyorduk. Daha çok geçmişin hayaletleriyle boy ölçüştüğümüz duygusu egemendi. Bu tür bir faşizm bizim için ölüydü. Bizim için gerçek faşistler, Democrazia Christiana (1943’den 1993’e kesintisiz yönetimde olan parti), endüstrileşmiş büyük sermaye, Amerikan emperyalizmi, bazılarımız için de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği idi. Kısacası, anti-faşist partiler ve ülkeler, bizim için gerçek faşistlerdi! Anti-faşizm kaslarımızı harekete geçiren bir kışkırtıcıydı ve onunla ilişkimizi, tarihsel bir artığa karşı bir artçı birlik savaşı yürütmek olarak görüyorduk.
Bizim faşizmi değerlendirmemiz çelişkiliydi. Bir yandan, onu kapitalizmin otantik bir biçimi, demokratik maskesinin arkasındaki gerçek yüzü olarak görüyorduk. Öte yandan, anti-demokratik yönetimleri olan, İspanya, Portekiz, Rusya gibi ülkeleri henüz olgunlaşmamış da olsa, kapitalist ülkeler olarak değerlendiriyorduk: Bizim gerçek düşmanımız Amerikan demokrasisiydi. Marcuse’nin, demokrasilerdeki ‘baskıcı hoşgörü’yü kınayan düşüncesini aynen benimsemiştik. Faşizm bir yandan kapitalizmin bir gerçekliğiydi, diğer yandan ise, onun henüz yontulmamış, kaba biçimiydi. Akıl karışıklığımızın derinliği bu çelişik düşüncelere değin uzanıyordu. Ama böyle bir kavramsal karışıklık ile de pekâlâ yaşanabiliyor. Hepimiz zaten böyle yaşıyoruz.
68 Mayıs’ında Brezilya’lı bir oyuncu, Sao Paulo’da avangard bir tiyatronun divası olan bir kız arkadaşım oldu. Bir yabancı öğrenciler komitesi toplantısında bana çok sevimli bir gülücük atmıştı. Sol yanağındaki kocaman yara bandı gülümsemesinin çekiciliğinden hiç bir şey azaltamıyordu. Bana bir hafta önce Quartier’deki otelinin penceresinden bakarken başına geleni anlattı: Jean Luc Godard caddede sokak çatışmasını filme alırken, birkaç polis üzerine çullanmışlar. Kız arkadaşım bir çığlık atmış: “Godard! Godard!” Bunun üzerine polisin biri yüzüne bir plastik mermi atmış. Ve İtala bayılmış.
İtala, İtalyan asıllıydı ve Che Guevara-Castro yandaşıydı; Bu yandaşlık o sıralarda Latin Amerikalı genç kızlar için nerdeyse bir görevdi. İtala 26 yaşındaydı, bir primadonnanın alışkanlıklarını ve ruh hallerini şimdiden edinmişti; uzun kırmızı ojeli tırnakları vardı, kozmetiğe çok para harcıyordu, bir Brezilya dergisinde  kesintisiz yer verilen fotoğraflarıyla çalım satıyordu. Gerillacı bir kadının inançlılığıyla, hemen önünde duran film yıldızlığının farfarasını sorunsuzca birleştirebiliyordu. Çok kısa bir süre sonra, politik görev üstlenmiş olan Brezilya sinemasında oynamasına, peşisıra da bir telenovela yıldızı olmasına, bir zorunluluktu, diyebiliriz.
Bizim hikayemiz Haziran’a değin sürdü: Haziran’da ben İtalya’ya tatile gittim, İtala Brezilya’ya döndü, böylece her şey bitti. Kısa beraberliğimiz süresince ülkesini öyle uzun uzadıya, öyle yoğun bir duyguyla anlattı ki, yıllar sonra Brezilya’ya gittiğimde, gördüklerime, sanki yine 68 Mayıs’ındayım duygusu eşlik ediyordu. Bana zamanın en ünlü Brezilyalı yönetmeni Glauber Rocha’yı tanıtmıştı. Filmleri o sıralarda Paris’i büyülemekteydi. Estetik eğilimlerimiz her zaman uyuşmazdı, ama Rocha ve Godard’ın en anti-emperyalist, en önemli yönetmenler olduklarında hemfikirdik.
İtala ile harika eğleniyorduk: Her gün aktivist yaşamı, seks, tiyatro, sinema, en iyi restoranlar… İtala’nın benden çok daha fazla parası vardı, kantin ve self-servis arasında mekik dokuyan biri olarak, düşünemeyeceğim restoranlarda bana yemek ısmarlıyordu. Quartier Latin en zorlu günlerde –genel grev ülkeyi felce uğrattığında ve yiyecek maddelerini bulmak zorlaştığında– bile, özgür, ışıltılı bir semt olmayı ve zevk düşkünlerine vaatlerini yerine getirmeyi sürdürebiliyordu. Sinemalar, tiyatrolar, restoranlar hep doluydular. Parçalanmış, yakılmış arabaların görünümüne, cinema d’essai’in önünde, alternatif sinemanın yeniliklerini seyredebilmek için oluşan uzun kuyruklar eklemleniyordu. Kendimizi burada, zerre kadar, kuşatılmış bir kalede gibi hissetmiyorduk, tersine, tüm dünyadan birçok kişinin gelip de, bize hayranlık duyması, ya da bizden ürkmesi gerçeğinin tadını çıkarıyorduk. Birçok yabancı gazetenin manşetlerindeydik. “Mayıs”ta karanlık ya da fanatik bir yan yoktu. Güç, bir dansın, durdurulamayan neşeli bir oyunun ritminde devinmekteydi. “Mayıs” bizim için, içinde nefret barındırmayan, renkli bir yarışma kutlamasına benziyordu.
O yıllarda bize, varsıllık ile yoksulluk arasındaki sınır yok olmuş gibi geliyordu: Az parası olmak, kimseyi tarih yapmakta gösterişli bir biçimde yerini almaktan alıkoymuyordu. Parasız da olunsa, birçok şey yapılabiliyordu, olmadı, çalmayı kendimize hak görüyorduk. Ecole Normale’de profesörlük maaşı olan Althuser’in manik dönemlerinde yaptığı gibi. Zamanın kuralı şuydu: Asla kişilerden çalmayacaksın. Ticari yerlerde, öncelikle de süpermarketlerde, kitapçılarda çalmak serbest. Paris’teki öğrenciliğim 1973’e değin sürdü. Bütün bu yıllar boyunca param hep az olmuştu, yine de yoksunluk ve yoksulluk üzüntüsüne kapıldığımı hiç anımsamıyorum. Yoksul entelektüellerden biri olup da, böylesine pahalı bir şehirde yaşamayı nasıl başarabilmiştim? İşte bunu bilmiyorum! Benim parasal yoksulluğuma bereketli bir yaşam tarzı eşlik ediyordu. Jacques Brel’in şarkısında söylediği gibi: “Bizi yaşatan zamanın havasıydı.” Yeni bir yoksulluk modeli yaratmıştık: Yoksulluk artık soğuk, boş, çıplak, yavaş ve ağır değildi; canlı, kaotik, serüvenli ve cümbüşlüydü. Kışkırtıcı, genç, gösteriye çıkmış bir yoksulluk, kader değil, stigma değil, ama bir tarz olarak yoksulluk.
İtala ile Sen kıyısındaki gezintilerimize bolca zaman ayırıyorduk. O zamanlar gençler Quais köprüsünü işgal ederlerdi; geçişi zorlaştırdıklarını umursamadan yerlere yayılırlardı. Turistik tura çıkan lüks gemilerin önüne basamaklardan atlayıvermek, böylece turizm endüstrisine zarar vermeye çalışmak ve ona karşı nefret gösterisinde bulunmak adetten olmuştu. Quais en çok, çiftlerin egemenliği altındaydı. İtala ile, ikimiz de, mutlu ve heyecanlıydık. Bu kartpostal görünümlü yerlerdeki gezinmelerimizin banalliği, tarihsel olaylara tanıklığımızın arkaplanı ile dengeleniyordu. İtala mini eteği, ben blucinim ile, cinsel uyarımın heyecanıyla kanatlanmış olarak, neşe içinde geziniyorduk. Gerçi aptal bir çift gibiydik, ama, 1917 Kasım’ında Sen Petersburg kanallarında, ya da 11 Eylül 2001’de Hudson River’da gezintiye çıkmış bir çift gibiydik de. İtala ile aramızda olan aşk değildi, bastırılmayan, neşeli bir cinsellikti.
Benim izlenimim şöyleydi: Mayıs’ta çok cinsellik yaşandı, ama gerçek aşk için zaman-mekan yoktu. Kuşkusuz, gerçek bir duygunun oluşabilmesi için, her cinsel ilişkiye transandantal bir aura gerektir. Aşk diye bilinen, cinsel uyarımın bu auradan dönüşmüş olanıdır. Ama şu vardı: o zamanlar aurayı ortaya çıkaran şey, bizim tarihe katılmaya adanmışlığımızdı. Yaşadığımız şeye öyle aşkla bağlıydık ki, bir erkeğe ya da bir kadına aşık olamıyorduk.
68’in gerçek ruhsal ‘patron’unun ne Marcuse, ne Che Guevara, ne de General Giap olmayıp, Friedrich Nietzsche olduğu savını ortaya attığımda, bu genellikle ortamı neşelendiren bir kışkırtma oluyor. Doğru, içimizden pek azı Nietzsche okumuştu. Ama özellikle Fransa’da güçlü bir etki yaratmış olan bir temel düşünce vardı ki, bu Nietzsche’ye aittir: Kurumsallaşmış yaşamın Apollon’ca biçimlenişinin karşısına Diyonisos’un canlılığını çıkararak karşı koymalıyız. Georges Bataille’ın söylediği gibi, katıksız bir harcayıp geçiverme tutkumuz vardı. 68’li düşünürlerinin önemli bir kısmının –Deleuze, Quattari, Foucault, Baudrillard, Vattimo, Negri- Nietzsche’den birçok temel düşünceyi kendilerine dayanak yapmaları rastlantısal değildi.
Zamanın bütün ünlü sanat avangardları, Antonin Artaud’nun sınır tanımaz, ölçüsüz ve trajik sanatçı kişiliğinden esinlenmişlerdir. Zamanın kültürü çelişki yüklüydü. Bu bizim, birbirine derinlemesine zıt iki düşünürün idollerimiz olmasının nedeni olmuştu: Artaud ve Brecht. Bir yanda “yabanıl tiyatro”nun akıldışılığı, diğer yanda “epik tiyatro”nun akılcılığı. Artaud’nun barbar Diyonisos’u ile Brecht’in insancıllığını yansıtan merhamet birbiriyle nasıl bağdaşıyordu? Yalnızca  tiyatro değil, sinema, edebiyat ve sanatın tüm diğer kolları da zıtlıkları birleştirmeye çalışıyordu. Bu da bizi bir yandan belirlerken, diğer yandan bölerek yokediyordu. Bütün çağlar ve kültürler belirleyicileri tarafından parçalanmamışlar mıdır zaten?
Biz Diyonisos’cu Artaud’cular için moral sınırlar olabilir miydi? Bugün olduğu gibi, o zaman da Fransız entelektüelleri, ‘moral’ ve ‘etik’ kavramlarını birbirine karşıtlaştırmak için, Latince ve Yunanca arasındaki ayrımı konu edinmekten yararlanıyorlardı. Ya da şöyle, yazıldığı gibi, belirtelim: moral/etik (buradaki eğri çizgiye daha sonra ‘versus’ denildi). Her ikisinin de kökeni ‘gelenek’ sözcüğüdür. Her ikisinin kökeni aynı olmasına karşın, Latince’den gelen ‘moral’ kavramında küçümseyici, aşağılayıcı bir vurgu geçerlidir. Oysa Yunanca’dan gelen ‘etik’ kavramı bir saygınlık, bir övgü vurgusu barındırır. Bizim için moral, yadsınmış etik demekti. ‘Moral’ deyince, öncelikle akla  gelen cinsel moral ve sosyal ikiyüzlülükler idi. Bizim düşüncemiz amoral etik ile biçimleniyordu.
Diyonisos ekstrem bir sekülerleşmenin dinsel biçimidir. En uç düzeyine kadar geliştirilmiş bir ateizm, sonunda Diyonisos’un tanrısallığını keşfeder. İşte, liberal-kapitalist sekülerleşme ile bizimkinin arasındaki ayrım buradadır: Liberal-kapitalist sekülerleşme kutsal olana yer açmaz, yalnızca parayı ve özel ilgileri korur. Buna karşın biz yaşamı dinsel kavramlarla düşünüyorduk. Ama bizim koruduğumuz kutsal, Papa’nınki ya da Protestan din adamlarınınki değil de, Tarahumara’nın ya da Nambikwara’nın kutsalıydı. Bizim ‘batılı’ ve ‘beyaz’ olan her tür kurumsallaşmış dini reddedişimiz, bir biçimi olmasa da, gücünü bizim duyumsadığımız dinsel bir boyuta gönderme yapıyordu. Bizim apokaliptik tanrımız ‘devrim’ olmuştu.
68in ütopyacı gücü üzerine çok söz söylendi. Eğer ütopyadan anladığımız, gelecek olanın bin yıllık beklentisi ise, aslında bizim nesil kararlı biçimde anti-ütopyacıydı. Bizim asıl uğruna yanıp tutuştuğumuz, Alain Badiou’nun adını koyduğu ‘’gerçeklik tutkusu’’ydu. Alain Badiou’nun deyişiyle ‘’kısa yüzyılımız’’ın ayırtedici niteliğini belirleyen de buydu. Biz planlarla, düş ve isteklerimizle yetinmezdik; düşünceler hemen gerçekliğe dönüşmeliydiler. Acelemiz vardı; başdöndürücü bir hızla gelip geçen şimdiye biçim vermeli ve onu en yoğun haliyle yaşamalıydık, gerekirse, anfetamin, Hint Cannabis’i ve ya LSD yardımıyla. David Rousset’nin söylediği gibi: ‘’Normal insanlar her şeyin mümkün olduğunu bilmezler’’ ve mümkün olan her şey, gerçekleşebilirdi de.
68’in peşisıra gelen on yıllar boyunca pasif olmayı öğrenmek zorunda kaldık. Gündelik yaşamın gereksinimlere boyun eğdiğini, politik-felsefi akla yer tanımadığını anlamamız gerekti. Öyle ki, yıllar sonra şöyle söylüyorduk: ‘’Dünyayı değiştirmek istemiştik, bunun yerine dünya bizi değiştirdi.’’
Bugün her şey bambaşka. Günümüzün en solcu olanı bile, düşüncenin kesinkes gerçekleşeceğine inanmıyor. Bunu yerine, düşünülebilir alternatif olanakları görünür kılmayı görev biliyor. Dekonstrüksiyonun, bu en safından akademik olan uygulamanın moda olması zamanın ruhuna özgüdür: Artık sosyal düzenlerin değil, metinlerin yapı-bozumu söz konusu. Solculuktan arta kalan da bir önceki milenyuma ait. 
68 Mayısı’nın, başkaldırının görkeminden başka, bizde uyandırdığı diğer bir görkem duygusu daha vardı: Bir romanda ya da bir filmde yaşanıyormuş gibi yoğunlaştırılmış yaşam duygusu. Bu zaman-uzam yoğunlaşması, sonunda görünürleşmiş bir sosyal sürecin optik etkisini yaratıyordu. 68 Mayıs’ı, kuramsal olarak uzun sürecek ve karmaşık olan öyküleri, zaman, uzam ve olgu birliğinde, bir aydan biraz fazla olan kısacık bir zamana sıkıştırarak yoğunlaştırdı. Devrim bir düştü. Çünkü devrim bizi tarihin görkeminde yaşatıyordu; Tarihin tanığı olmaya niyetlendiğimizde, onun öncüsü de oluveriyorduk. Görünürlük kazanmamış olan bir savaş ya da ayaklanma, tarihsel anlamına da kavuşamaz. Örnekse, Afganistan’ın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne karşı yürüttüğü savaş, tarihsel olarak Vietnam savaşından daha önemli olduğu halde, yaşantılanamadı. Nedeni ise çok basit: Medya tarafından görüntülenmediği ve böylece tanıklık etmenin bir yolu olmadığı için. Oysa Vietnam bizim savaşımız olmuştu. Amerikan filmleri aracılığıyla, onu bizim davamızcasına yaşıyorduk. 
Bizim ile, politik bir davası olan bizden önceki nesil arasında fizyolojik bir farklılık da vardı. 68 öncesinde, hüzünlü bir yüz ifadesi, tipik bir komünistin işareti olmuştu. Brecht haksızlığa duyulan nefretin yüz hatlarını değişikliğe uğrattığını söylemişti. Komünist çene, yüze sert, başkaldıran bir ifade veriyordu, nefreti (kapitalist dünyanın darkafalılığına karşı) anlatan buruk bir ifadede sabitlenmiş yüz hatlarını yumuşatabilmek ancak çelikleşmiş bir iradenin işiydi. Bu yüzler kemikli oluyordu, gülümsemeyi barındırmazdı ve onlarda melankolik bir eyleme hazır olma hali okunurdu. Buna karşın bizim yüzlerimizde, dünyalılık, başka ifadelere bürünüyordu.Uzun saçlarımız sakallarımız da işin içindeydiler. Bizim yüzlerimizde biraz oyuncu, biraz da yabanıl bir ifade dolanıyordu; Saygınlıktan uzağa düşmüş, sorumsuzca yaşayan bir palyaçonunki ile, olağandışılığı özenle gösteriye sunan bir rok yıldızınınki arasında gidip gelen bir yüz ifadesi. Artık duygusuz eylemlerin hüzünlü sıradanlığı yoktu. Neşeli bir kışkırtıcılığın rengarenk bir gösterisi vardı. Ünlü tarihçi Braudel gibi söylersek: Bir devrimcinin ‘bu iş uzun sürecek’ diyen tarzından ‘olay çıkmalı’ diyen tarzına geçmiştik. Olay çıkmalıydı ki, bütün ateşler sönüp gitsin.
Bugün 68’deki kanılarımın çok uzağındayım. Hal böyleyken, bugün bunları yazdığım sırada içimi oyan bu şey nedir? Bu ruh hali, o günlerde en uç noktasında yaşantıladığım şeyin, aslında bugün hala içimde, benliğimde durduğunu anlatan bir sinyal. Bugün bazı arkadaşlarım sitemli bir bakışla bunu dile getiriyorlar zaten: “Aslında sen hala bir altmışsekizlisin!” Biliyorum, haklılar. Öyleyse, o zamanın politik içeriğinden içimde arta kalan nedir?
Sanırım, buna en belirgin yanıt şu olur: Kurumlara, ki bunların amaçları sonuçta yine kendi içlerine döner, karşı derin bir küçümseme. Biz birçok idol ve mit edinmiştik, ama herhangi bir kurumun, bir partinin, üniversitenin, sendikanın, kilisenin v.b., bizim için saygınlığı asla olmamıştı. En saygın amaçlarımıza aktivist eylemlerimizle eriştiğimiz oldu, asla aracı kullanmadık, bu bizim için gereksiz yük almak olurdu. Reform, amaca ulaşmak adına seçilebilecek en erdemsiz yol, demekti. Altmışsekizli aktivizmi her türlü aidiyetlik söylemine karşı dururdu. Kendini ifade etmek, katılımcı olmak, aktif olmak, bunlar geçerliydi. Ama ‘bir yere aidiyet’, asla! Bizim neslimiz devletsizliği ülküleştirdi; ben aslında devletsiz olarak kalanlardanım.
Beni hala bir Altmışsekizli yapan başka bir şey daha var: Gelenekleşmiş ilişkiler ağı kuran bu yaltaklanmalara, tüm gelenek-göreneklere, kılıktan kılığa giren sosyal uyum ikiyüzlülüklerine karşı nefrete varan bir antipati. O zamanlar en yakın dostunun yüzüne, yaptığı ya da söylediği şeyi beğenmiyorsan, bütün açıklığı ile söyleyebilirdin, hatta söylemeliydin. Dürüstlük harekete katılan herkes için başat ilkeydi. Kırk yıl sonra, bugün, böyle davranamamak bana hala çok zor geliyor. Bir akşam yemeğinde biri boş konuşmaya başlarsa, “hey, saçma sapan şeyler bunlar” demekten kendimi alamıyorum.
Bence 68’in bize kazandırdığı en büyük özgürlük, sokak gösterileri, grevler, serbest cinsellik falan değildi; hangi durumda, kimin yüzüne karşı olursa olsun, düşündüğünü açıkça ve doğrudan söyleyebilmek özgürlüğüydü. Tersi de doğal olarak geçerliydi: Benim arkadaşlarım da yüzüme karşı korkunç şeyler söylemişlerdi. Ve ben alınmamayı öğrenmiştim. Onların beni eleştirme özgürlüklerinin, benim de yerilme duygusunun yerçekiminden özgürleşmiş olmayı öğrenebilmiş olmamın tadını çıkardığım için onlara şükran duyuyordum. Bugün hala yerildiğimde incinmem. Biri bana rahatsız edici gerçeği söylediğinde, bu niye teşekkür edilecek bir şey olmasın?
Bir süre sonra 68’i yaşayanlar da artık hayatta olmayacaklar. Bu dönem artık bir deneyim olmaktan çıkıp, bir tarih, anıtsal bir yaşantı gömütü olacak. Bu yüzden içimi dökmeli, ışığı sönmemiş deneyimlerimi anlatmalıydım.
Anılarımı anlatırken içimde hüzünlü bir duygu dolanıp duruyor. Sanki zamanı ve olaylarını aslında yeterince yaşamamışım gibi, ıskaladığım şeyler varmış gibi. Geçmiş, ne denli yoğun ve önemli olursa olsun, geçmiş olandır. Geçmiş, geçmiş olmakla sanki bize ihanet etti. Altmışsekiz’i ülküleştirmiş biri için kabullenmesi kolay olmayan şey, aslında bu dönemin bize biraz yanlış bir ders vermiş olmasıdır. Yalnızca, yerine getirilmeyen vaatler ve beklentiler ortaya çıkardığı için değil. Geçmiş bizi hüzünlendiriyor, çünkü yaşamımızın başka türlü olabileceğini anımsatıyor; daha iyi değil, yalnızca başka türlü. Geçmiş bizi hüzünlendiriyor, çünkü her şeyin yaşanmadığını anımsatıyor. Nasıl bir çılgınlık! Sanki her şey yaşanabilirmiş gibi! Ama biz bunu istemiştik: her şeyi yaşamak, dibine kadar, gece ve gündüz, böylece de bitimsiz ölüm denizini kurutmak.
İçinde tüm yoğunluğuyla yaşadığımız bu zaman dilimini ne zaman düşünsem, beni hep bu kaçırılmış deneyim duygusu yakalar. Belki bu, yalnızca benim gibi iflah olmaz bir melankoliğin izlenimidir, belki de 68 olaylarını yaşayan birçok kişi aynı izlenimi paylaşıyordur.