22 Haziran 2012 Cuma

Sigara güzel şey.


Başıma sert bir cisim çarptığında, yolda her zamanki amaçsız yürüyüşlerimden birini yapıyordum. Dönüp baktığımda bir kadının elindeki çantasını ve hırsla, sinirle soluyan burnunu gördüm. Gülümsese güzel bir kadın olacaktı; ama bu kadar fazla sinirlenince komik görünüyordu. Şaşkın insanların, sinirli insanların karşısına geçtiğinde gelen garip gülme isteği beni de kapladı. Kendimi tutarak hafifçe sırıttım. Bam! İkinci darbe biraz daha sert oldu. Hasta sanırım. Yoluma devam edeyim.
Saati tam hatırlamıyorum. Gökyüzünde kırmızıyı mavi geçiyordu. Ufka yakın yerler kızıl, ortaları pembe, üstü kırmızımsı mavi. Tek tük bulutlar var ama bir işe yaramıyorlar. Şehrin tramvay hattının olduğu uzunca bir caddede yürüyorum. Fakat kadın peşimi bırakmıyor. Kafamdan ne istediğini merak etmiyor değilim. Yemin ederim, kadını tanımıyorum. Dönüp konuşmak aklıma geliyor:
“Pardon, niçin kafama vuruyorsunuz?”
“Bırak lan bu kibar adam ayaklarını! Biliyorum seni ben! Şimdi götün sıkışınca mı kibar olmak aklına geliyor?”
“Ne dediğiniz hakkında hiçbir fikrim yok.”
“Bak bırak diyorum bu aristokrat dilini. Yoksa dilini koparırım!”
“İyi günler han’fendi.”
Elimi ceketimin iç cebine attım. Sigara paketimden bir sigara aldım. Yaktım. Daha ilk nefesi çekerken üçüncü darbe, gerilerden gelip topa vuran Alman futbolcusunun gönderdiği topu yakalamaya çalışan kalecinin sendelemesi gibi sendeletti beni.
“Tamama senin istediğin gibi olsun. Ne istiyorsun kadın?”
“Beni terk ettin. Şimdi de görmezden geliyorsun. Bir sürü mesaj atıyorum cevap gelmiyor. Arıyorum açmıyorsun. Yolda görünce selam bile vermiyorsun. Gözünde hiç mi yokum?”
“Benim telefonum yok.”
“Yalan söylüyorsun.”
Üçüncü kez yürümeye meyil ettim. Artık sinirleniyordum. Sigaramı içmek istiyordum. Hatta eğer ulaşabilirsem her zaman gittiğim yere gidip çay içmek istiyordum. Ama ne çare kadın peşimi bırakmıyor.
“Hikmet, beni hatırlamıyor musun? Sevgi ben. Senin Sevgi’n… Unutmak böyle bir şey mi?”
“Adımı nereden biliyorsunuz?”
“6 yıl boyunca senin sevgilin oldum. Sanki bilmiyorsun. Lütfen Hikmet.” 
Uzun zamandır kafamda boşluklar var evet. Ne olduğunu bilmiyorum. Kadından kurtulmanın tek yolu, taksiye atlayıp eve gitmek. Taksiye koşuyorum. Kadın da arkamdan geliyor. Taksiciye “Konyaaltı’na hemen.” diyorum. Taksi fırlıyor. Arkama bakıyorum. Kadın kaldırıma oturmuş ağlıyor. İçim acıyor. Hafıza problemi var belki de. Yazık, üzülüyorum. 
Işık… Alt geçit… AVM… Tekrar ışık… Tekrar ışık… Tamam sağda ineyim… Borcum ne kadar? 13 lira. Kolay gelsin. Eve girmeye çalışıyorum, ama Bilge gene kapının arkasında anahtarını takılı bırakmış. Zile basıyorum. Bilge açıyor.
“Hoş geldin kardeşim.”
“Hoş buldum abla.”
Evde güzel bir şeyler kokuyor. Yemek yapmış. Ne yapmış? Patlıcan yemeği. İçine fesleğen atmış mı? Atmış. Yanına pilav yapacak mıymış? Tabi kiymiş. Salatayı ben yapar mıymışım? Yaparmışım. Hadiymiş.
Sofrada bugün gördüğüm kadını anlatma ihtiyacı hissediyorum.
“Bugün tramvay yolunda yürürken bir kadın gördüm. 3 kere kafama çantayla vurdu. Adı Sevgi’ymiş. Benim adımı da biliyor. Beni eski sevgilisi sanıyor. Hafıza problemi var sanırım.”
“Sevgi mi?”
“Evet.”
“Nasıl birisiydi?”
“Gülümsese daha güzel olacak birisi.”
“Saç rengi, boyu nasıldı?”
“Esmer, senden biraz uzun.”
Bilge biran duraksadı. Tabağı daha bitmemişti, aldı mutfağa götürdü. Ne oluyordu? Hikaye tırmanıyordu; ama ben hâlâ bir şeyi anlayamıyordum. Bilge biliyordu, Sevgi isimli kadın biliyordu. Ne oluyordu? Bilge’nin yanına gittim.
“Neler oluyor?”
“Bunu söylemek zor.”
“Dene en azından.”
Bilge’nin gözleri doluyordu. Dolabı açıp kendisine ve bana birer bira çıkardı. Elimden tutup beni salona götürdü, karşılıklı oturduk.
“4 aydır bazı şeyler kafanda boşluk oluşturuyor değil mi?”
“Evet sen…”
“Dur sözümü kesme. 4 ay önce kaza geçirdin. Kafatasın çatlak. Hafıza kaybı var sende. Sana tam olarak her şeyi olmasa da her şeyi tekrar tekrar anlattım hatırlıyorsun değil mi?”
“Evet, ben bir mühendisim!”
“Evet, elbette. Ancak atladığım şeyler var. Sen o kazayı geçirip hafıza kaybı yaşadığın sırada bir sevgilin vardı. Sen hafıza kaybı geçirince seni bıraktı. Bende onu bir güzel benzettim. Sana böyle bir şeyi yapma hakkı yoktu. Bir sevgili olacaksa en çok o zamanda göstermeliydi sevgililiğini!”
Az önce kabin basıncını kaybettik. Elimi cebime atıyorum. Bir sigara yakıyorum. Ortalık o kadar sessiz ki sigaranın kağıdının yanma sesini duyuyorum. Bilge ağlamaklı, hıçkırıyor. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Yatmaya odama gidiyorum. Bilge hüngür hüngür ağlamaya başladığı anda uykuya dalıyorum.
Sabah uyanır uyanmaz Bilge’ye Sevgi’nin evini soruyorum. Tereddüt edince bağırıyorum. Söylüyor. Dün gecenin etkisinde hâlâ. Taksiye atlayıp adrese gidiyorum. Kapıyı çalıyorum ama açan olmuyor. Kırmak için hamle ediyorum. İkinci denemede açılıyor. Şöyle bir etrafa bakıyorum. Ayakkabılarımı çıkarıp içeri giriyorum. Etrafa bakınırken birden ayağımın ıslandığını hissediyorum, fakat su değil. Daha koyu… Yapış yapış. Korka korka aşağıya bakıyorum. Kan. Geldiği yere doğru gidiyorum, kapıyı aralıyorum. Sevgi klozetin köşesinde iki büklüm, bileğinden akacak kan kalmamış. Gözleri boşluğa bakıyor. Üzülmem gerekmiyor mu? Neden üzülmüyorum? Hatırlamıyorum allah kahretsin hiçbir şey hatırlamıyorum.
Evin içini dolaşıyorum. Bir not, bir mektup arıyorum. Aradığım şeyi mutfakta buluyorum:
Evin içinde uzun süre duruyorum. Odaları sabırla geziyorum. Seni evimde bekliyorum. Yalnız başıma. Gelmeni bekliyorum. Gelmiyorsun. Seni farklı bir yerde bekleme kararı aldım. 
Eve dönmek istiyorum. Taksiye tekrar atlayıp eve geri dönüyorum. Bilge endişeli. Ne olduğunu soruyor.
“Sevgi ölmüş.”
“Ne!?”
“İntihar etmiş.”
“İnsan doğum gününde intihar eder mi ya?”
“Doğum günü mü?”
“Evet bugün.”
Dışarıda yağmur yağıyordu. Ve gökyüzünde hiç yıldız yoktu. 

13 Haziran 2012 Çarşamba

Tezer Özlü ne güzel kadın.

Bazı insanlar vardır hayatında, iz bırakırlar. Bu bazen bir konuşma, bazen atılan bir kısa mesaj, bazen yazılan bir yazıdır. İnsan unutamaz bazı şeyleri. Bir kitabın son sayfalarına akıttığın göz yaşını unutabilir misin? Ya da filmde gördüğün ve birebir yaşadığın bir sahneyi. Tezer Özlü anlatıyor, One Flew Over The Cuckoo’s Nest filmini izlerken elektroşok sahnesinde sinemadan çıkıp dışarıda sigara içemeye başlamış. Demişti ki: “O sinemada benden başka elektroşok gören yoktu. Olsaydı filmi izlemeye dayanamazdı.” Sonra bir arkadaşına “Benim normal insanlara ihtiyacım var. Normal insanların arasına karışınca ben de normalleşiyorum.” demişti. Arkadaşı da “Hastane senin için daha uygun.” demişti tüm anlayışsızlığı ve soğukluğuyla. Her siyah hikayede illa ki bembeyaz insanlar oluyor. İyi ki de oluyor. Katiyen umutsuzluğa sürüklenemiyorsun çünkü. Bir çeşit umut, onlar sayesinde bâki kalıyor. Tüm dünya anlayışsız değil. Mutlu ediyor seni, mutlu oluyorsun.


Kiralık bir katil bile olsan, seni yine severdim.


Bazı anlar vardır insan hayatında. Öyle bir andır ki şaşırırsın ne olduğunu anlayamazsın. Birden olur, sanki kırk yıldır tanışıyorsunuz da beraber kırk yol tepmişsiniz gibi konuşursunuz. Sonra bırakıp giden, unutan arkadaşlardan açılır konu. İkinizin de yarası vardır bu konuda. Ve ikiniz birden birbirinizi unutmayacağına, bırakmayacağına dair söylemlerde bulunursunuz. Her şey güzel gider; ama hiç beklemediğiniz bir anda her şey biter. Ve gene tek başınıza kalırsınız(Ve ile başlayan cümleler ne kadar etkileyici oluyor değil mi). Aradan zaman geçer, özlersiniz. Tekrar konuşma çabasında bulunursunuz ama iki günü geçmez. Sürekli sizi ne kadar özlediğinden ve sevdiğinden bahseder. Üzülmeyelim diye söylenmiş sözlerdir onlar. Ama ne çare üzülürsün. Ve kendi içinde kendi kendine bağırırsın. Konuşmak, en çok özlenen şeydir. Ve eğer bir kişi daha unutmamaktan bahsederse, ağzına tekme atacağım.

Alınan kararlar üzerine diyalektik çözüm.


Şiirsel analizin ötesinde, kalıplaşmış gerçeklere bir tekme atma zamanı geldi. Doğru ama kime göre doğru. Karşımdakine göre mi? Hayır, benim doğrularım olacak bundan sonra. Ama nasıl? Kendi doğrularımı nasıl bileceğim? Nasıl bilecek insanlar onlardan kaçtığımı? Nasıl anlayacaklar benim de birisi olduğumu? Sorarım size nasıl? Ben artık rakı şişesindeki balık değil, bira şişesindeki plankton olma yolundayım. Ben sana Brautigan diyorum, sen bana Spinoza. Karşıtların birliği? Tamam benim de diyalektiğe saygım var. Hatta diyalektik bir insanım. Tez-antitez-sentez olayına ben de inanıyorum; ama her yanlışın bir doğruyu götürdüğü şu hayatta ben yanlış tercihlerimden neden korkuyorum? Hata yapmaktan neden korkuyorum? Yanlış insan mı? Bilemiyorum. Ama şunu biliyorum, eğer bu hayatı yaşayacak olan bensem(birinin kuklası olduğumu düşünmezsek tabii) benim kararlarım geçerli olmalı. “Canım yorgun görünüyorsun, anlat ne oldu?” değil, “Anlatmak ister misin” ile yaşamak istiyorum. Sanki birisi bana “Anlat!” deyince, zorla konuşturuluyormuşum gibi geliyor. 
Akşam yemeği menüsü:
Bir parça ekmek
Ciğer sote
Aspirin
Antibiyotik
4-5 dal sigara. 

7 Haziran 2012 Perşembe

Kısa hikayeler üzerine tezler.

Bir sevgilim vardı, güzeldi. Benim için güzeldi. Sonra aldı başını gitti. Beni deliliğe sürükledi. Bir dergide okumuş ilişkiye ara vermek, ilişki hakkında düşünme ve ilişkiyi iyileştirme yolunda iyi bir adımmış. Sonuçta dergide okumuş, hak verdim. Bir daha dönmedi. İşin komik yanıysa ilişkimiz bitti. Belki de en iyi ilişki olmayan ilişkidir diye avuttum kendimi. Yıllar sonra bir akşam onu tekrar arayıp “Merhaba, beni hatırladın mı? İlişkimize kaldığımız yerden devam etmek istiyorum olmaz mı? Tuhaf rastlantılara ve tuhaf temaslara inanıyordum artık inanmıyorum. Sadece biraya inanıyorum. Sen de benimle inanır mısın?” deyip yüzüne kapatacağım telefonu. Fonda hüzünlü bir gitar solosu olacak on saniye süren. Yıllar önce izlediğim bir dizinin 67. bölümünde çalan bir şarkı olacak fondaki şarkı. Onun izlemediği bir dizi, dinlemediği bir müzik olacak. Tabii ki beklediğim gibi gelişmeyecek her şey. O hayatına devam edecek, ben yazmaya.

Tuhaf mekanizmalı tüfekler ansiklopedisi


Bir Leonard Cohen şarkısında dans eder gibi yaşamak. Öyle bir yaşamak ki, yaşamın her anının iliklerinde hissetmek. Ağaç dikip, ağacın gölgesinde oturup sigara içmek. Öylesine yaşamak ki, her gün çay içmek. Evin en güzel yerinde oturup ağlayarak yaşamak. Öyle bir yaşamak ki, seni intihara sürükleyen insanlara inat olurcasına yaşamak. Bira ve kahve eşliğinde yazı yazarak yaşamak. Sigara dumanına boğmak odadaki menekşeleri. Evin her köşesinin bira kokması gibi yaşamak.
Yaşamak ki, öylesine değil ölesiye.

6 Haziran 2012 Çarşamba

Manik Atak


Hak etmeyeceğin derecede sevgi beslediğimi fark ettim sana karşı. Ve sen bana hiç olmyacak şekilde davrandın. Bana da diyebilirdin “Konuşacak birine ihtiyacım var.” diye. Ama demedin. Sigaraya nasıl başladım bilmek ister misin? 2011 yılı Haziran başlarında bir akşam vakti deniz kenarındaki bir bankta benden yaşça büyük bir arkadaşımla oturuyorduk. Biramız vardı(O zamanlar Kırmızı Tuborg içerdim), onun Marlboro Light sigarası vardı. Çok konuştuk, çok içtik. Sonra, daha önce hiç aşk hayatından bahsetmemiş olan arkadaşım bir anda anlatmaya başladı. Sonra üzerine bir şiir okudu. Şiir biterken, paketine gitti elim bir dal sigara çıkardım içinden. Ateşledim. O günden sonra karar verdim sigara içmeye. 
Sevgilimden ayrılalı bir ay oluyordu, aptaldım, sınava girecektim ve hâlâ aşıktım. O beni hayatından çıkarmaya çalıştıkça ben onu daha çok istedim. Sonra bir gece aramak için elim telefona gitti, yapamadım. Çünkü bir yandan da sigara içiyordum. Sigara içerken eski sevgilimle mi konuşacaktım? Saçmalıktı. Zaten arasam da açmazdı, kendime böyle eziyet etmemeliydim. Son yudumu içip kalkmalıydım. 
Sonra sen geldin hayatıma nereden geldiğini, nasıl ve niye geldiğini anlayamadan birden bittin sanki topraktan. Ben gene aptalı oynadım, sana iyi davrandım, güzel davrandım. Karşılığında da güzel davranışlar aldım. Ama sonra bir şey oldu, tıpkı senin eski sevgiline bakarken hissettiğin gibi bir şey. İkimiz de reddedilmiştik, ikimiz de kaybetmiştik. Dünyada bizden güzel çift olamazdı. Ben bunu düşlemiştim, ama heyhat çocukça hayaller kurmamam gerektiğini şimdi fark ediyorum.
Şimdi bir sene sonra bu Haziran akşamında değişen pek bir şey yok. Yaşadığım yer değişti, ama iklim aynı. Annemin yanında değilim; ama teyzemin yanındayım. Ve ben, kendime nasıl bir ceza versemi düşünüyorum. Ve ben şu esintili, ılık Haziran akşamında çocukça hayallerimin bittiğini biliyorum. 
Hatırlat da Haziran’ın sonlarına doğru çocukluğumu yakalım.

5 Haziran 2012 Salı

Düzenli bira içen yazarlar lokali.

Bundan 2-3 yıl sonra aklına geldiğimde ne kadar duygusuz bir herif olduğumu düşüneceksin. Kendimi kanıtlamak için deli damgasını kendi kendime vurduğumu da unutmadan ekleyeceksin. Hiç aramadığım için yakınacaksın. Zaten sevgiliyken de aramazdım. Ben o sırada bira içiyor olacağım. Aklım, önümde duran kağıtlarda yazılı olanlarda olacak. Kitabımı bitirmeme bir ay kalmış olacak. Daha sonra bir röportajda kitabı hangi ruh halinde yazdığım sorulduğunda, Bomonti’nin yarattığı ruh halinde diye cevap vereceğim. Hem belki şansım varsa gazeteci hatunu da etkilerim. 

4 Haziran 2012 Pazartesi

Tuhaf rastlantılar ve tuhaf temaslar üzerine master tezi


Ben bir felaketim. Veba, verem, kanser adıma ne dersen de. Benim seni sevmem, yayılmacı bir sevgi. Kanser gibi aynı. Evet kafam güzel, evet sarhoşken blog yazıyorum. Evet yazarken hep aynı şarkıyı dinliyorum. Evet biram bitince gidip kahve içeceğim. Evet Grizu grubunun tek bildiğim şarkısı Bira ve Kahve. Hayır kahveyi çaydan daha çok sevmiyorum. Ben sende havuz problemiyim. Pikrik asidim. Klorofilim. Bana istediğin yap. Döv, öldür, kes. Kafandan ne geçiyorsa onu yap. Konu ben değilim, sensin. Sen ne yapmak istiyorsun? Ne içmek istersin? İstersen iki tane daha açılmamış biram var. Bir paket daha sigaram var açılmamış. Sen ne istiyorsun? Mutsuz mu oluruz? Olalım, ne var? Biz de mutsuz olalım. Ne olacak yani.
Ayrıca ben seninle mutlu olmayı değil, seni istiyorum. Hayat böyle işte, bir gün bir bakarsın tuhaf bir temas, tuhaf bir rastlantı sende iz bırakmış. Anlayamazsın ne olduğunu. Legal ve illegal yerine yasal ve yasal olmayan kullanmak daha mı mantıklıdır? İllegal kelimesini kullanırken etkilenirsen benden ne yapmalıyım? Bana beni anlatabilir misin? Bana bir makale yaz. İçinde benim olduğum. Brahms'ı ne kadar sevdiğimi, Nietzsche'den ve Heidegger'den nefret ettiğimi anlatan. En sevdiğim senfoninin Bach'ın Çello Süiti olduğunu anlatan. En sevdiğim yazar gibi yazdığımı anlatan bir makale yaz bana. Ben dinlerim, dinlemeyi severim. Bazen insanlar onları dinlemediğimi düşünür. Çünkü insanların yüzüne bakmam dinlerken. Ama sonra ne anlattıysa harfi harfine anlatırım tekrar, şaşırırlar.
Olan biten şeylerin anlamını anlayamamış bir insanın, böylesine bir yazıyı anlamasını bekleyemem. Dante'nin İlahi Komedya'sını okudun mu? Oku. Güzeldir. Oğlum olursa ilerde, artık adını ne koyacağımı biliyorum. Eğer bir kedim olursa, onun da adını biliyorum. Sen de biliyorsun. Sana söyledim zaten.
Ama güzelim, dünyada yalan dolan değişmiyor. Tuhaf rastlantılar, tuhaf temaslar seni bilmediğin yerlere götürüyor. Ankara'da Sakarya Caddesi'ne, İzmir'de Bornova'ya, İstanbul'da İstiklâl'e. Ama sen bilmiyorsun. Buraları yeni keşfediyorsun. Ne güzelmiş diye tepki veriyorsun. Oysa bir bira içince bile dünya sana güzel geliyor.
Sen bilmiyorsun; ama ben seni çok seviyorum