29 Temmuz 2012 Pazar

Hususi ve Genel Vasıtalarda Aşk.


İlk defa tek başıma yolculuk yaptığımda birine âşık olmuştum. Aleni tahrik unsuru. Bazen böyledir, yolculuk insana hiç hesapta olmayan şeyler katar. Yolculuğa devam ettikçe, daha çok âşık oldum. Ben âşık oldukça, o uzaklaştı. Ben sevdikçe, o düşmanlaştı. Aleni cinayet sebebi. Sonra bir gün bana “Sen sevmeyi bilmiyorsun.” dedi. Karşısında susup kalınca, sevmeyi bilmiyor olmuştum. Bazen böyledir insan. Ne kadar çok sevse de söyleyemez. Aleni tahrik unsuru. Sonra ben daha ne olduğumu anlayamadan çekti gitti. Kendimi bir bankta otururken buldum. O gün, bir daha âşık olmayacağıma dair yeminler ettim. Hususi vasıtalarda yaşanan aşklar hariç tabii. Elimdeki bira şişesini karşımda duran denize fırlattım. Evime gittim. Çekmeceden bir A4 kağıt çıkartıp yazmaya başladım. Yazdıkça yazdım. Geçmedi, tekrar âşık oldum.
Yıllar sonra, bir tren garında karşılaştım onunla. Yanıma oturdu. Hava soğuktu, yanakları ayazdan pembeleşmişti. Beni tekrar etkilemek için hiçbir şey demesine gerek yoktu. Aleni tahrik unsuru. 
“Beni, senin gibi seven olmadı.”
“Olsun boş ver, beni hiç seven olmadı.”
Yüzüne baktım, gülümsedi. Ve ben bildiğim her şeyi unuttum. Onu gülerken görmeyeli çok olmuştu. Ben de gülümsedim. Keşke gülümsemeseydim. Gülümseyince tekrar âşık oldum. Birinci derece cinayet sebebi. O an kalkıp gitmem gerekti belki; ama gidemedim. O da gitmiyordu. Zaman durdu, konuştu.
“O zamanlar, birisinden intikam almam gerekiyordu. Sen de bunun üstüne geldin.”
Hiçbir şey diyemedim. Kış ayında dut bulsam ancak bu kadar sessiz olurdum. Ağlamaya başladı. Acıyor muydu bana? Acıyordu. Aleni tahrik unsuru. Konuşmak istemiyordum. Tek istediğim o gardan, ondan uzaklaşmaktı. Kalktım, kasketimi düzelttim. Düdüğü çalan trene doğru ilerledim. Bazen böyle olur, insan yolculuklarda âşık olur. Hususi vasıtalar dahil.

24 Temmuz 2012 Salı

Hayal Kırıklığının Başkenti


Her şey olup bittikten yıllar sonra anladım her şeyi. Kokoreç yerken hem de. Biramın son yudumunu, kokorecin son lokmasına denk getirmeye çalışırken. Belki de karşıdan gelen otomobilin uzun farlarının ışığının beynime beynime işlemesinden de olabilir, bir aydınlanma. 
“Senin bende anlayamadığın şey neydi biliyor musun Enver?”
“Seninle ilgili her şeyi anladığımı sanıyordum.”
“İşte bu. Kendini romanda sanıyorsun. Her şeyi anlayamazsın.”
O an anlıyorum sanmıştım. Ama anlamadığımı şimdi anladım. Sürekli aforizma çabasındaydım o zamanlar. Ya da öyle düşünüyordum bilmiyorum. O zaman “Senin bende anlayamadıkların ne olacak?” diye düşünmüştüm; ama söyleyememiştim. Bazen böyle olur, insanın nutku tutulur. Dut yemiş bülbül kesilir. Zaten sabahında dut yemişsindir. Böyle bir kara mizahın içinde bulursun kendini.
“Saplantılısın. Senden başka kimsenin bir derdi yok değil mi? Dünyanın merkezi de sensin.”
“Hayır Melda, ne alakası var şimdi?”
“Çok alakası var Enver! Anlamıyorsun.”
Sürekli anlamadığımdan bahsedip duruyordu. Bir sigara yaktım. Ortalık o kadar ağırdı ki, omuzlarım ağrımıştı. Karlı bir Ankara gecesinde, Emekteki evimde oturmuş karşılıklı çay içiyorduk. Çay bitmeden kalkmak istemiyordu. Demlik bitince benden ayrılacağını da bilmiyordum. Radyoda Kardeş Türküler çalıyordu. Yıllar sonra o türküyü bir dizinin sezon finalinde duyunca ağlamaklı olmuştum. Final beni daha çok etkilemişti ama.
“Çay ne kadar samimi geliyor insana değil mi?”
“Bırak bu Onur Ünlü laflarını Enver. Biraz kendin ol.”
“Sonuçta Aristo olmasaydı, filozoflar olmazdı. Sonuçta Marx’ın kaynaklarından biri de Hegel’di.”
“Benimle gerçekten felsefe mi konuşmak istiyorsun? O kadar romantiksin ki!”
“Ben sadece…”
“Tamam sus çayını iç.”
Bir keresinde bana “Kaybedeceğini bile bile neden oynamaya devam ediyorsun?” demişti. Ben de ona bir alıntı yapmıştım gene bir yazardan. “Akşama bezelye yaptım.” diyerek konuyu değiştirmişti. Zaten en iyi yaptığı şey konu değiştirmekti.
“Ezan okunuyor radyoyu kıs Enver.”
“Radyoda müzik okunuyor, ezanı kıssınlar.” 
“Ne kadar sığsın!”
Hışımla kalkıp mutfağa gidişine bile hayrandım. Çok güzel gözleri vardı. Radyo Kardeş Türküler’den Neşet Ertaş’a dönmüştü. Bence sorun yoktu; ama Melda Neşet Ertaş sevmezdi. Nedenini hiç söylemedi.
Çok iyi hatırlıyorum saat 01:32’ydi, günlerden yarındı ve uğurlu taşı böbrek taşıydı. Bir şeyler söylemek istiyordu; ama söyleyemiyordu. Cesaretlendirdim.
“Melda?”
“Enver?”
“Bana söylemek istediğin bir şey mi var?”
“En azından haleti ruhiyeden anlıyorsun.”
“Hissikablelvuku diyelim.”
“Modern Türkçe’ye dönecek olursak, Enver ben artık seni eskisi kadar sevmiyorum.”
“Haa…”
“Tüm tepkin bir haa mı Enver?”
Sustum, insan ne diyebilir ki? Ben zaten konuşmayı beceremem. Eğer becerebilseydim, o gece Melda’yı ikna ederdim. Fakat asla beceremedim. Hiçbir zaman kürsüde teklemeden konuşamadım. Babamın karşısında hâlâ kekelerim.
“Enver, ben gidiyorum.”
“Kapıya kadar geçireyim.”
“Aptal! Ben artık hayatında olmayacağım demek istiyorum.”
Bir sigara daha yaktım. Neden böyle oluyordu anlamadım. Aslında o zamanlar anladığımı sanıyordum. Çirkindim, çekici değildim. Sadece arada bir ağzım iyi laf yapardı. O kadar.
Elini yüzüme koydu, o an sanki içimden bir şeyler kaçıp gitti. Anlamsız bir hüzün. Sigaramın külü halıya düştü. İlk maaşımla aldığım halım. Ne kavgalara, ne sevinçlere şahit oldu kim bilir… Melda, gözlerinde bir kaç damla yaş arkasını döndü ve kapıya koştu. Kapıyı kapatırken hıçkırdığını duydum. Bir kaç damla göz yaşı süzüldü yanaklarımdan. Kanatlarım büküldü. “Yere sağlam basıp, kendi yolumda yürüyeceğim.” diyordu. Kalbimin yaraları acı veriyordu.
Yıllar sonra kokoreç yerken anladım aslında beni ne kadar sevdiğini. Ama kendi aptallığımdan kaybetmiştim onu. O gitmemişti sanki ben onu göndermiştim. Sızmak üzere olan arkadaşımı güç bela arabamın ön koltuğuna oturttum. Gözleri yarı açık sayıkladı.
“Enver, neredeyiz?”
“Hayal kırıklığının başkentinde, Haydar.” 

21 Temmuz 2012 Cumartesi

"Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir."

"Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir."
"Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir."
"Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir."
"Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir."
"Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir."

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Ben her neysem işte

Canım çok sıkılıyor. Bana bir şeyler anlat. Ben dinlerim, dinlemeyi severim. Benim de sana anlatacaklarım var senle ilgili ama önce sen anlat. Ben dinlerim. Sen anlat ben dinlerim. Bir gün bu noktaya geleceğimizi fark etmemiş olamazsın. Belki bir gün karşılıklı bira içeriz. Sonra biranın son yudumlarında seni sevdiğimi söylerim. Zaten biranın dibinde kalan son yudumdan dolayı ekşiyen ağzın iyiden ekşir. Benden nefret edersin, kalkıp gidersin o bar koltuğundan. Beni öyle saçma, gereksiz bırakırsın. Sonra bir gece, sen de beni seversin belki. Arkadaşlığımızın sevgili olmaya döndüğü o gece âşık olmaya başlarız. Ve bir gece vakti gene sen çekip gidersin. Olmuyor, saplantılısın dersin. Hiçbir şey demeden kalkıp giderim o banktan. Ağlamam da ha. Üzülürüm ama. Seni sonra başkasıyla görsem de ağlamam. Ama reddedildiğinde insan, terk edildiğinden daha çok üzülüyor. Bir sigara yakarım beni öldüresiye. Bir sigara yakarım ikimize. Zaten ikimiz olmamışızdır hiç. Şairin de dediği gibi “Aynı şehirde sen varsın, ben varım, biz yokuz.” Ama her temas iz bırakıyor. Her temasın iz bıraktığı gibi, her ayrılık sigara yaktırıyor. Sigara yakınca illa bira içmek gerekiyor. Sonra gayet rasyonel biçimde tuzlu fıstık geliyor masaya. Ve ben “Seni düşünüyorum bu gece gene.” diye şarkı sözü olan şarkıyı dinlerim. Elim telefona gider gayet irrasyonel biçimde. Hiçbir şey yapamadan geri bırakırım. Sonra arkadaşım gelip gayet rasyonelce beni eve bırakır. Eve gelince pijamalarımı giyerim. Mutfağa geçip gayet rasyonelce su içer… Neyse uzun yazdım gene. Okumazsınız.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

4530 Merkez, yarım et kimi sevsem çıkmazındayım!


Kafamı kaldıramıyorum, ağır geliyor artık. Ne yapacağımı da bilmiyorum. Vantilatör çalışıyor mu? Yoksa rüzgar mı bu esen? Fakat ben kimi seviyorum? Sevgi mi yoksa Bilge mi? Fakat Burçak beni seviyor. Ben Sevgi’yi özlüyorum; ama Bilge’yi seviyorum. Ne Sevgi ne de Bilge beni görmüyor. Zaten Sevgi benimle konuşmuyor bile. Adım bir de Hikmet olsa, tam Oğuz Atay romanına dönecek hikaye. Bilge ise, bir beni seviyor bir benden nefret ediyor. Burçak her zaman sevmeye devam etmeyecek biliyorum. O da biliyor ama beni seviyor. Biliyorum. O da biliyor. Herkes biliyor. Fakat o benden nefret etmeye de başladı. Çok müşkül durumdayım. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyor. En azından arkamda bırakacaklarımı düşünüyorum. Acaba ölürsem Sevgi beni hatırlar mı? Bilge beni o zaman sever mi? Burçak sevmeye devam eder mi?
4530 Merkez, cevap versenize lan!

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Sessizlik Çıkmazı


Bana “Kaybedeceğini bile bile neden hâlâ devam ediyorsun?” demişti. Aleni tahrik unsuru. Ona uzun bir cevap verdim. “Annem bezelye pişirmiş.” diyerek konuyu değiştirdi. Zaten en iyi becerdiği şey konu değiştirmekti. 
Sakin, rüzgârsız bir bahar akşamında balkonda karşılıklı oturuyorduk. Gözleri uykuluydu. Tüm sevgimi ona dökmek istiyordum; ama henüz erkendi. Zaten sevmezdi böyle şeyleri. Ben de sevmezdim. Sevgiyi az, uzun yaşamak gerekiyordu. Yoksa her şey çabucak biter. Pudingi çay kaşığıyla yemek gibiydi.
“Bazen beni bu şehirde tutan hiçbir şey yok diye düşünüyorum Hikmet.”
“Gidelim o halde bu şehirden?”
“Ben gideyim bu şehirden.”
Anlamamazlığa vermek de benim yeteneğim. Neler bulduğumu, ne kaybettiğimi hiç anlamamış gibi yaparım, karşımdakinin tepkisini merak etmek için.
“Anlıyorsun değil mi? Gitmek istiyorum. Sen anlarsın zaten, anla.”
Cevap vermedim. Vermek istemedim. O an sadece yalnız kalmak istedim, olmadı. Gitmek istiyordu, beni istemiyordu. Sonuçta hangi kadın beni ister diye düşünürken buluyordum kendimi. Annem bile evi terk ettiğimde ağlamamıştı. Aleni tahrik unsuru. Akvaryuma sıkışmış Japon balığı misali, tek kelime etmiyorduk. Uzağa bakıyordu, neye baktığına bakmak istemedim. Bazen böyledir, insan hiçbir şey yapmak istemiyor. Her şeyden bir anda vazgeçebiliyor insan. Ama vazgeçsek de değişmiyor yalanlar. Hep aynı şey, hep aynı Eylül akşamı havası. Fakat ben Eylül ayını sevmesem de, karşımda oturan kişinin Eylül olması beni iğrenç bir çelişkiye sürüklüyordu.
“Susma, bir şeyler söyle. Kelimelerle aran iyidir senin. Bir şeyler söyle, lanet olsun Hikmet susma!”
“Kelimelerle uğraşan birisi evliya olamaz.”
“Senden evliya olmanı istemiyorum. Bana bir şeyler söylemeni istiyorum.”
Tekrar bir suskunluk evresi. Bazen böyledir, insan ne çok konuşmak istese de susar. Bir şey yapamaz, elden bir şey gelmez. Sadece insan olmak vardır. Kapatılan bir otomobil kapısı bile o an benden daha konuşkan olacaktı. Çok sevdiğim dizinin 67. bölümünün sonunda çalan rock şarkının 10 saniyelik solosunu dinlediğimdeki hislerim canlandı tekrar. O izlemezdi, sevmezdi.
“Pekâlâ. Konuşma, bir şey söyleme. Böyle daha güzel. En azından daha çekilirsin.”
Hışımla kalkıp gitti. Dur diyemedim, bekle seni seviyorum gitmeni istemiyorum ne olur diyemedim. O an öyle uzun geçti ki, hani bir kurşun sıksalar beynime 7 günde varırdı hedefine. O an, öylesine derindi ki Tartarus Çukuru’nun dibindeki Hades’i bile kıskandırırdı. O an, öyle boktan bir andı ki, etkisinden aylarca çıkamadım. Hâlâ rüyalarıma girer. 
O an ben bir sigara yaktım. Sigarayı içmem öylesine uzun sürdü ki, sanki sigara bitmemek için yemin etmişti. O an, sahne siyah beyazdı; ama gökyüzü kızıl. Öyle bir kızıl ki, sanki kan dökülmüş gibi. Şehrin karanlık sokakları bile kırmızıydı. Karşı balkonda patlıcan yemeği yiyen emekli Hidayet amcanın eşi Neriman teyzenin bembeyaz saçları bile kızıldı. O an her şey kızıldı. Sigaramın ucu da kırmızıydı. Duman da kırmızı. 
Sokaktaki elektrik direğinin üzerinde bir serçe vardı. Eylül apartmandan çıkınca o da onunla beraber gitti. Sokaktan geçen arabalar bile hüzünlüydü. Hiç kimse korna çalmıyordu.
Küllük, elimin az ötesinde duruyordu. Gökyüzünde henüz hiçbir yıldız yoktu.

10 Temmuz 2012 Salı

Çok uzun zaman oldu seni gülümserken göreli. Bir süredir gülmüyorsun. Fark etmiyorum mu sanıyorsun? Fark ediyorum, hep fark ettim. Sadece sana belli etmiyorum. Sen gülmeyince, ben de gülemiyorum kaktüs çiçeğim. Sen gülümseyince, bildiğim her şeyi unutuyorum. Seni güldürmek, kumar gibi. Neye sevineceğini kestiremiyorum. Sana biri sesini yükseltince, kafasını kopartmak istiyorum. Kim olursa olsun, seni biri üzünce yaşamasını istemiyorum. Sen devrik cümleler kurdukça seni gizli özne olarak daha bir seviyorum. Senin varlığın, benim varlığıma gönderilmiş bir manifesto sanki. Ve ben hâlâ bu manifestoyla ne yapmam gerektiğini düşünüyorum.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Aşk Kuruntusu.


Karla karışık yağan hüznü özledim, kış gecelerinin. Annemle babamın sürekli kavga etmesinden bıktım. Şu lanet şehirden bıktım. Siktir olup gitmek istiyorum. Fakat ikimiz birden sevinebiliriz, elini uzat. Beraber bir otobüs yolculuğu yapabiliriz ve hatta sırf sen üzülme diye cam kenarını sana veririm. Beraber feribot yolculuğu yapabiliriz. Sakin denizi yara yara giden bir feribot üzerinde, birbirimize bakar gülümseriz. Biliyor musun, bir gün bir yağmur sonrası siyah beyaz bir fotoğraf bulacaksın yerde. Eline aldığında içini bir hüzün kaplayacak. Yüreğinde bir kıpırtı, gözlerinde iki damla yaş belirecek. Fakat sen, seni üzen şeyin fotoğraf olduğunu sanacaksın. Yanılıyorsun, sen göğe bakıyorsun fotoğrafa değil. 
Beraber bir otobüs durağında yaşayabiliriz belki, istersen. Her gün işe gider gibi gelen bir otobüse bineriz, akşam olunca aynı durakta ineriz. Yanımda sen olduğun sürece gittiğim yerin bir önemi olmayacak. “Güzel bir gün,” diyeceğim sen yanımdayken “hadi sahile gidelim.” Aklımı uçuran gülümseyişinle kafanı sallayacaksın evet anlamında. Bir elimizde havlular diğer elimizde sigara deniz kenarına oturacağız.
Yüreğimde Gestapo’ya yakalanmış Yahudi sancısı. Engizisyon müfettişleri peşimde. Kraliyet donanması Marmara Denizi’ni kapatmış, geçmeme izin vermiyor. 
Benzeşen şeyler sıfıra eşdeğerdir. 

Sylvia Plath ne güzel kadın.


8 Temmuz 2012 Pazar

Sıkıntı.


Canım çok sıkılıyor bana bir hikaye anlat. İçinde beyaz tavşanın, Ermeni gazetecinin ve  bir büyücünün bir barda oturup içki içtikleri geceyi anlatan bir bölüm olsun. Hikaye, uzun olması gerekmez. Bazen kısa hikayeler en fazla etkiler insanı. Hem belki hikaye uzarsa sıkılırım. Bana bir makale yaz ya da, çekip giden kadınlar hakkında master tezi hazırlamıştın değil mi? Çünkü sen de çekip giden bir kadındın. Hanımeli kokusunda olan sesinle, makaleni oku bana. Ses tonun çok hoşuma giderdi(bunu da ekle makalene, ses tonu güzel olan kadınlar en çok terk edenlerdir). 
Canın sıkılıyorsa sana seni anlatayım. Benim sorunum anlamak, her şeyi anlıyorum. Herkesi anlamayı görev edindim. En anlaşılmaz olayları bile, farklı bir bakış açısıyla anlıyorum. Seni de anlıyorum giden diğer bütün kadınları da. Hepinizin farklı farklı alıp veremedikleriniz vardı benle. Ama aslında tüm mesele, bendim. Ben gitmenize sebep oldum, ben gitmenize engel olacak hareketleri yapamadım. Ben, eğer gitmelere engel olacak sözleri söyleyebilseydim, önce çocukluğuma gitme derdim. 
Canım çok sıkılıyor şu yaz akşamında. Rüzgâr hafiften yüzümü okşuyor. İnsanların eli yazın nemli oluyor, yazın beni okşamalarını istemiyorum. Ama rüzgârın eli nemli değil. Yumuşak, kuru. Yüzümde yayılıyor eli. Rüzgârı şu sıralar insanlardan daha çok seviyorum. 
Canım çok sıkılıyor sabahları çünkü benim uyandığım saatte kimse uyanık olmuyor. Uyanık olanlarsa beni önemsemiyor. Benim canım çok sıkılıyor sabahları ve kahvaltının mutluluğunu alamıyorum. Çünkü annem domatesin üzerine kekik koymuyor. 
Benim canım, çok sıkılıyor.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Göğe Bakma Durağı


İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
Turgut Uyar

6 Temmuz 2012 Cuma

Düzenli Bira İçen Yazarlar Lokali 2


Geçen gün gene evde yalnızım. Ben vardım, biram vardı. Bir de battaniye, battaniyem vardı. Televizyon açıktı. Saati tam hatırlamıyorum ama gökyüzü kırmızıyı mavi geçiyordu. Televizyondaki adam sigara içiyordu. Sigara boğazını kurutmuş, susatmış olacak; şarap da içiyordu. Ben biramı içiyordum sigaramla beraber. Yalnızdım işte, evdeydim. Kanepe vardı. Televizyonun kumandası vardı bir de. Yalnızdım, susamıştım. Biram vardı. Bira şişelerim vardı. Ben vardım. 
Tezer Özlü ne güzel kadın. Bak ne diyor:
Bir kanepede oturarak öleceğim
Ve hiçbir yere kaldıramayacaklar beni
Ölüme giden yol çok uzun
Yoruyor beni
Hastalık hiçbir şeyi değiştirmedi 
İntihar etmek istedim iyi ettiler
Delirdim gene iyi ettiler
Artık yapılacak bir şey kalmadı.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Nergis beni sevmedi.

Keşke sevseydi. Onun sevmesini çok isterdim. Ama Haydar uyarmıştı beni, "Nergis gibi kızlar" fazla sevmez diye. Keşke "Nergis gibi kızlar" fazla sevseler. "Nergis gibi kızlar" beni sevseler olmaz mıydı? Nergis beni boş verdi. Ben Nergis'i unuttum. Ama hâlâ içimi bir şeyler kemiriyor. Ne olduğunu kestiremiyorum. "Nergis gibi kızlar", neden "Benim gibi erkekleri" üzüyorlar? Yoksa "Benim gibi erkekler" üzülmeye mi mahkum? Ben bu dünyaya rasyonalist olmaya gelmedim.
Böylesinin burnunu ısıracaksın...
Anlamıyorum lan noluyor bu kadınlara? Bir anda dellenip bir anda duruluyorlar. Ayarınızı sikeyim diyecem de ayıp olacak tutuyorum kendimi.
Sabır ya Resulallah!

Mikrokosmos


Uyanır uyanmaz ocağa çaydanlığı koyuyorum, altını yakıyorum su kaynasın diye. Sonra odama gidip bir sigara yakıyorum. Ortalık o kadar sessiz ki, sigara dumanının sesi yankılanıyor odada. Canım sıkılınca, mutfağa dönüyorum. Demliğin içine iki kaşık çay atıp, üzerine kaynar su koyuyorum. Ocağın altını kısıp, balkona çıkıyorum. Etrafı seyrederken, gazete almak aklıma geliyor. Senin daha uyanacağın yok, benim de daha karnım acıkmadı. Hem ekmek de yok evde, sigaram da bitmek üzere. Markete gidip sigara, ekmek ve gazete alıyorum. Gazetenin isim kısmı dışarıda kalacak şekilde, kolumun altına sıkıştırıp, sallana sallana eve doğru gidiyorum.
Eve girince hemen ince belli bardağa çay dolduruyorum. Bir yandan şeker ve kaşık arıyorum, bir yandan da balkona çıkıp çay, sigara ve gazete keyfi yapmak için sabırsızlanıyorum. Aç karnına bu kadar sigara midemi bulandırıyor biraz. Bir parça ekmek koparıp yutuyorum. Balkona çıkıp teoriyi pratiğe döküyorum. Ben zaten seni ne zaman düşünsem bir sigara yakıyorum. Tütün fabrikasından tebrik belgesi kapında olmalı şu aralar. Geç uyanırsın sen zaten.
Bütün bunların bir hayal olduğunu düşündüğün anda, gerçekliğini kaybediyorsun. Hem Edgar Allan Poe ne demiş kitabının sonunda: “Bu kitabı, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum!”

Filtreli hayaller


Fakat sevgilim ben sana güvenmeliyim. Tuhaf rastlantılara inanmanı bekliyorum. Ama sen baltalıyorsun. Kafamı toprağa gömüp çıkarmayabilirim. Sırra kadem basarım. Hani kurşun sıksan geçmez geceden karanlığında otururum. Alışkınım. İnsan her şeyden vazgeçebiliyor; ama yalan, dolan değişmiyor güzelim. Sana ne diyebilirim ki, ben de olsam bana kızardım. Kızıyorum da. Yapmıyorum mu sanıyorsun? Sen kendine çekilince bir sigara yakıyorum. Öyle bir sigara ki, beni öldüresiye. Ve sen boş veriyorsun. Ve sen vazgeçiyorsun. Ve sen, fark etmesen de, beni üzüyorsun.
Ben üzülünce, hayal kuruyorum. Filtreli hayaller.