30 Aralık 2011 Cuma

Tüm rasyonelliğimle seviyorum seni. Sen tüm dogmatikliğinl nefret ediyorsun benden.
Bu durumda saçmadır seni sevmem, ama tüm rasyonelliğimle seviyorum seni.

27 Aralık 2011 Salı

Şarabın bir dinde kutsal olup, diğerinde yasak sayılması biraz garip gelmiyor mu? Bana bunları yazdıran şarap mı? Yoksa üzümün ta kendisi mi? Şarap aslında sadece üzüm suyu mudur? Bilemiyorum. Hayatımda çok garip şeyler dönüyor.


Bunun cezası neyse
Çekilecek daha ne?



Bu kadına bayıldım ben!
İnkar etmeyeceğim, seni elmayı sevdiğim kadar sevmiyorum. Ve gene itiraf edeyim şarap içtim, kafam güzel. Çok içmiş olabilirim. Beni yargılama. Kişisel olan politiktir güzelim. Beni yargılama dedim; ama aslında o kadar çok isterdim ki beni şuan içmiş olmamdan dolayı yargılamanı. Her şeyden çok isterdim. Fark etmeden hayatım sen olmuşsun işte. 

20 Aralık 2011 Salı

Eski şeylerin bende açtığı yaralar çok derin. Bir şarkı, hatta bir fotoğraf. Unutlmayan yüz, espriler, konuşma şekli. Hayatımda hiç sevmediğim kadar birini sevmem, beni bırakıp gitmesi. Benim etkim yok mu bunda? Var tabi fazlasıyla. Ama kadın şunu bil ki ben seni hâlâ çok seviyorum. Ben sözümde duruyorum. Seni seviyorum.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Her Temas İz Bırakır Elbet Tabi.


Doğmuş, doğmamış, hayallerde kalmış, çok küçükken ölmüş, tüm zorluklara karşı gelmiş… Bir annenin kucağında nefes bulmuş, adı var henüz kendi yok kızıma, tek bir sözle, tek bir gülümsemeyle tüm kara bulutları yok eden kız çocuklarına…
Adı var kendi yok doğmamış kızıma.

9 Aralık 2011 Cuma

Yahu ben ne manyak bir insanım? Moulin Rouge'u izledim. Niye izledim bilmiyorum. Belki de Ewan McGregor'dan dolayı, ya da müzikal olmasından dolayı. Güzel film yapmış adamlar hafız. All you need is love kısmında zaten bittim, öldüm, küllerimi doğuya doğru savurdum. The Show Must Go On söylediler yerimden zıpladım. Ama artık şöyle bir sorun var zaten Fransa hayallerim vardı, bir de üzerine özel olarak Moulin Rouge'u görme hayali de eklendi. Zalımsınız, hayınsınız...
Aha bu da Moulin Rouge...

5 Aralık 2011 Pazartesi

Babalar ve oğulları.


Babamı ilk defa gerçekten gülerken gördüğüm günü hatırlıyorum. Yaz günü bizi denize götürmesi için yalvarmıştık abimle. Müdür yardımcısı olunca yazları da çalışıyordu. Eve zaten yorgun geliyordu bir de biz üşüşünce başına iyiden tepesi atıyordu. Götüremeyeceğini söyledi. Moralimiz bozuldu tabi. Mahalledekiler maç yapmak için abimle beni çağırdı. Hemen çoraplarımız giydik abimle. Kapıya geldiğimizde çıkmadan anneme sordum:
“Ne yemek yapacaksın akşama?”
“Köfte ve pilav.”
Abim aşağıya çoktan inmiş bana sesleniyordu:
“Ulaş benim topumu da getir gelirken. Yedek topumuz olsun.” İçimden bunu yukarıdayken düşündü, sırf bana hizmet ettirmek için yapıyor demiştim. Gittim topu aldım. Maç bitti, hava karardı eve döndük. 8 yaşında bir çocuğun istediğini yerine getirmezseniz bazen çok sinirli olabiliyor. Annem pilavı pişirmiş, köfteleri pişirmeye başlamıştı. Abim duşa girdi hemen. Hıh! Büyük ya hemen eve girdi, suyu önce o içti, banyoya da önce o girdi! Oh ya?! Ne güzel dünya. Zaten bir sürü boş pozisyonda pas çıkarmadı bana. Hep kendisi gitti. Sen forvete git orada bekle, ben defansa da gideyim forvete de. En çok koşan zaten hep benim. Ekmeğe de ben giderim oldu ya! Başka?
Masanın yanındaki sandalyeye oturdum. Babam balkonda oturmuş, yaz melteminin esmesini bekliyordu. Bu aralar da evde grevden, sağcılık, solculuk gibi şeyleri konuşuyorlardı. Abime sormuştum bu sağcı solcu ne demek diye. Aptal işte o da bilmiyor. Sağ elini kullananlara sağcı sol elini kullananlara solcu deniyor demişti. Ben de “O zaman Hagi solcu.” demiştim. Galiba demişti.
Mutfağa göz gezdirdim, babam rakı doldurmuş. Sen misin beni denize götürmeyen. Sen beni denize götürmezsen ben de senin rakını saklarım, mantığını hemen devreye soktum. Anneme çaktırmadan rakıyı aldım ve salona kaçtım. Bizim koltuğun bir köşesi çeyrek çember şeklinde. Öyle olunca duvar köşesinde bir boşluk oluşuyor. Daha kimse keşfetmedi ama benim gizli karargahım orası. Oraya girdim elimde rakı bardağıyla. Beklemeye başladım.
Elimdeki beyaz iksirin garip bir kokusu var. Sanki üzüm gibi ama değil, görüntüsü süte benziyor; ama süt de değil. Garip. Daha önce hiç tadına da bakmadım. Bardağı kaldırdım dudağıma götürdüm. Müthiş yakıcı bir sıvı, tüm ağzımı ve boğazımı yaktı. Ama garip bir çekiciliği var. İlk yudumda suratımı buruşturdum evet ama sonra tekrar içmek istedim. Tekrar, tekrar, tekrar… O sırada abim banyodan çıkmış anneme beni soruyordu. Her yudumda burnumdan sanki gaz fışkırıyordu. Mükemmel bir şey. Tüm bardağı içtim… Ve sonra bir şeyler olmaya başladı. Bir cesaret… Bir karşı koyma güdüsü. Babama karşı çıkma isteği. Yerimden kalktım tırmandım ve indim… Evimizin salonu şöyle bir yalpa yaptı. Neye uğradığımı şaşırdım sanki denizde gidiyoruz. Bir sağa, bir sola. Konuşuyorum kendi kendime ama peltek sesler çıkarıyorum babamın yanına gittim:
“Şişşş… Babaaa, ne diyecem. Hagi solcu muymuş ya?”
“Ulaş ne bu halin?”
“Ya bi dur sen soruma cevap ver.”
“Oğlum ne oldu sana?”
“Yaa aman bee! İyi ki bir şey sorduk ha. Cevap versen ölürsün sanki. Rakını içtim var mı? He? Hep sen mi içeceksin? Allahım ya. Zaten geçen gün Galatasaray maçında hakem Hagi’ye kırmızı çıkardı. Kitabını sikeyim onun!”
Babam önce neye uğradığını şaşırdı. Tepki vermedi. Baktı ayakta duramıyorum, gülmeye başladı. Kahkahalarla ama. Gerçekten gülüyordu. Misafirlere yaptığı sahte gülüşlerden değil. Bas bayağı gülüyordu. Annem geldi ne oluyor diye, sonra abim. Babam gülmekten fırsat bulabildiği ölçüde anlattı. Ben sırıtıyordum “İhihihihi!” diye. Sonra hep beraber gülmeye başladık. Ben ayakta duramadım, oturdum güldüm. Ailece güldük. Tüm mahalle gülüşümüzle inledi. O gün babam kucakladı beni. Sarıldım, beni yatağıma yatırdı. Hayal meyal de olsa hatırlıyorum. Babamın başıma bir öpücük kondurup gitmesini de tabi.
Olaydan tam 10 sene sonra yaş günümde, 18. yaş günümde babamla bu anıyı hatırladık. Ergenlik başında babama ‘ayıkken’ karşı çıkışlarım, lise döneminde yaşadıklarım, 1 Mayıs’lara katılmam, babama ve kuşağına yeteri kadar cesur olmadıklarını söylemem gibi sebeplerden açılan aramız bu anıyla tekrar düzeldi. 10 yıl sonra tekrar sarhoş oldum. Bu kez babamla beraber. Ve ikimiz birlikte taşıdık birbirimizi. 10 yıl sonra tekrar babama sarıldım sıkıca.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hepsi hikaye, hepsi kurmaca.
En çok da bir abimin olmasını isterdim. O zaman dünyanın bir taraflarına koyabilirdim.

1 Aralık 2011 Perşembe

Acaba hâlâ benim bloguma gizli gizli girip bakıyor, okuyor mudur? Niye baksın ki. Bak güzelim, işte artık tam senin dediğin anlamda "ayrıldık". Farkındasın tabi ki.
Neyse belki bir gün diye umuyorum.
O zaman belki daha iyi birisi olurum.
Ya da hiç beklememek en iyisi.
Seni hâlâ boğuyorum değil mi?
Lanet olsun zaten hiç beceremedim.
Neyse...

30 Kasım 2011 Çarşamba

Normalde A minor olan şarkıyı A major çalıyorlar. Adamlar harika kardeşim. :D
Ve cuma günü bunları canlı izleyeceğim...

28 Kasım 2011 Pazartesi

İlk vize notum 72 olarak tarihe geçti...

Uzay Gerillasının El Kitabı. Yazar, Lord Vader!

Benim için Leyla ile Mecnun dizisinin özetidir bu sahne. Bunu izledim, gerisini hatırlamıyorum.


Emir A.Ş. üzerine

Kıymetli hazirun şimdi size bir hikaye anlatacağım.
Hikayemiz tüm hikayelerde olduğu gibi(yalana bak piii) sıcak bir Ağustos ikindisi başlıyor. Bir aydır tanıdığı arkadaşının evine geldiğinde bilgisayarda açık bir site görüyor "Fantastik Edebiyat" "Ula bu ne," diyor kendi kendine. Arkadaşı gelince soruyor. O da açıklıyor. Daha önce oynadığı RPG oyunlarına çok benziyor. Tek farkı, yazıları sen yazıyor ve konuyu ana konu dışına çıkmadan istediğin gibi yönlendirebiliyorsun. Bu fikir çok hoşuna gidiyor. Arkadaşı diyor ki "Ben Radagast'ım. Şu an bir Ağaçsakal'ımız olsa fena olmaz. Sen olur musun." Bizimki kem küm ediyor falan sonra kabul ediyor. Hemen alıyorlar üyeliğini. İlk başta tabi pek iplemiyorlar bunu. Ama karakterimiz azimli.
Radagast ile birleşip "Radagast'ın Yeri"ni açıyorlar. Komikli şakalar derken ilk özel mesajını alıyor. Mesaj aynen şu(Aynen değil. Sıktım ama buna yakındı.) "Abi msn adresini ver de seni bizim grup msn'ine alalım." mesaj Cirdan'dan geliyor. Bissürü arkadaş kazanıyor bu sayede tabi. Esthel(<3) olsun, Cîrdan olsun, (Baran sen de varsın burada ama senin nickname'in biraz çetrefilliydi unuttum) vs. vs. vs. Asıl önemli olay ise Falathat(!)(Bir süre adı Falathat olarak bilindi) ve Eldacar ile yakınlık kurması ile başlıyor.
Basit anlamda hikayenin yön değiştirdiği nokta bu diyebiliriz.
Şimdi bir mola verelim. Yazmayı unuttuğum bir olay var. Sanırım ilk başlarda o kadar gıcıktım ki Ahmet ile Baran beni kamu cezasına yani tuvalet olma cezasına çaptırmışlardı. Unutmadım oolum!
Neyse işte. İşin içine girdikçe sorunların da içine giriyorsunuz. Radagast'ın bir aylığına Adana'ya gitmesi kirişi kırmamıza sebep oluyor. Oysa ki işin içine entleri de dahil ettiğimiz çok feci bir plan ile Witch-King'in ordusunu derbeder edecektik. Sorunlar çıktı o sırada. Büyük meseleler. Ayrılma kararı alanlar oldu.
İlk başlarda tarafsızdım ne yalan söyleyeyim. Daha sonra Emir ile konuştum, Kadir'le konuştum. Onların haklı olduğuna karar verdim. İlk baştaki amacım Dagor Dagorath'ın tamamlanmasıydı. Tamamlanıp ondan sonra ayrılmasıydı. Ne bileyim yeni girdiğim bir grubun dağılmasına gönlüm el vermiyordu. Daha sonra baktım olacak gibi değil, Emir'in karakteri kapatılmış, dedim ki "Uzun eşek oynamalıyız." deseydim büyük ihtimalle beni odunla kovalarlardı. "Yanınızdayım," dedim. Kavimler Savaşı için starta basıldı.
Aslına bakarsanız o kısımları tam hatırlamıyorum. Ayrıldık falan filan kısımları çok sıkıntılı zamanlardı. Kavimler Savaşı'nı oluşturduk. Kahramanımız bu sefer Lucius Tiberius isimli, ırkı "insan" olan tiplemesi ile sizinleydi; ama bekleneni veremedi. Neden? Çünkü odundan insana geçişte sıkıntılar yaşadı. Kavimler devam ederken bu sefer Karanlığın Kuşatması'nı başlatıyoruz. Kahramanımız asıl işi olan odunluğa dönünce biraz rahatladığını sanıyor; ama dış güçlerin etkisi ile Gondor Kralı olmak için başvuru yapıyor. Ondan da bekleneni veremeyince sinir krizleri geçiriyor. Daha iyi olmak istiyor, çabalıyor, çabaladıkça batıyordu. Bunlar devam ederken bir yandan da ülkemizin güzide bir kurumunun 40 yıldır öğrencilerin belini büktüğü sınav için çabalıyor. Bu sırada yaşadığı duygusal çöküntü ve çevre baskısından bunalıyor. Tam o esnada işte Gandalf gibi yetişip asasını kahramanımızın kafasına geçiriveriyor Emir. Sonra tam kendini toparladı derken sınav vakti geliyor.
Sınav beklediği gibi pek de iyi geçmiyor. Kendini suçluyor karakter sürekli. Hem sınavı hem de bazı "özel" şeyleri unutamıyor. Sürekli gözünün önüne geliyor falan. Zaten bu arada bazı ayrılıklar oluyor A.Ş'den.
Yazın sonlarına doğru Emir -haklı olarak- tekrar ağzına sıçmaya geliyor. Kendini toparlıyor biraz; ama bu sefer de A.Ş. çatırdamaya başlıyor. -Yanlış hatırlamıyorsam- Emir, A.Ş'yi feshediyor. Binbir bela geri toparlıyoruz; ama bu sefer de ben gereken önemi veremiyorum. Aralar açılıyor, insanlar bana haklı olarak ters davranıyor. Derken üniversite başlıyor. Gene kendisini veremiyor. Kurban bayramından önce kararlaştırılan toplantıya tam randımanlı katılma kararı alıyor. Öncelikle kendi ruhunu huzura kavuşturması, daha sonra da insanların güvenini boşa çıkarmamak adına konuşuyor. O günden sonra bir nebze eski haline dönüyor kahramanımız. Daha sıkı çalışmaya söz veriyor.
Unuttuğum ve atladığım yerler olabilir. Lütfen beni bundan ötürü yargılamayın.
Kişisel olan politiktir.

Geçen gün gene yürüyorum, karşıdan bir kedi geliyor. Gözlerimi kıstım izledim. Yanıma yaklaştı yüzüme baktı. Durdum ben de ona baktım. İnat değil miyim? Bakarım. Öylece 5 dakika birbirimize baktı. Gelen geçen bize baktı, ben kediye baktım, kedi bana baktı. Sonra hiçbir şey olmamış gibi yürüdü gitti. Ben de yürüdüm. Yapacak bir şey yok. Geçen gün gene aşık oldum. Biliyorum o da bana aşıktı ama söyleyemedi. Adını bile öğrenemedim. Benim ineceğim yerden bir durak önce indi gitti. Bir daha görmedim. Geçen gün gene seni seviyorum, birden aklıma geldi. Benim seni sevmediğim an yok ki! Senin sarılmana o kadar ihtiyacım var ki. Sıcağını hissetmeye. Senin var olduğunu hissetmeye. Kalbinin tik-taklarını duymaya... Tik, tak, tik, tak, tik, tak... Gece 3 olduğunda uyanık olmadığım ve seni düşünmediğim bir zaman var mı sanıyorsun?
Bence insanlığın tek sorunu insanın bencilliği. Ne bok yiyorsa bencillikten. Yahu en basitinden sabah arkadaşa bana da su alıver dedim kantine gidiyordu, kalk kendin al dedi. Bu kadar olmaz.
Şu kişisel gelişim kitabı var hani görmüşsünüzdür "S*ktir Et." diye. Ne saçma lan. Tecavüze mi uğradın amaaan siktir et. Uyurken birisi uzuvlarını mı kesti amaaan siktir et. Ee KDV, ÖTV falan amaaan siktir et. Hatta s*ktir et.
Bu aralar neden bu kadar başım ağrıyor la benim? Sorunluyum tamam da yani ağrıma lan.

23 Kasım 2011 Çarşamba


Hayat en basit anlamda C vitaminine indirgenebilmeli. Zaten ben bir bağımlı olsaydım, C Vitamini bağımlısı olurdum. C güzel bir harf. İntegral sabiti c'dir. Ben bir meyve olsaydım portakal olurdum. İçimdeki oktil asetat sayesinde güzel koku yayardım. Ayrıca benim o güzel tadım da aynı ester sayesindedir. Oktil asetat, oktil etanoat olarak da bilinir. Tüm esterler gibi güzel koku yayar. Ben bir fonksiyon olsaydım, parabolik bir fonksiyon olurdum. Yatay, dikey ve eğri asimptotum olurdu. Grafiğimi çizmen çok zaman alırdı. 

20 Kasım 2011 Pazar

"İnsan Doğum Gününde İntihar Eder mi Ya?"


“Akbaba kordonun gerisine çıkıp geldi, sıkı sıkı koluna girip “Gel,” dedi. “Şöyle arabaya geçelim.” Kolunu kurtardı ama kendisini kurtaramadı. Akbaba omuzlarına asılmış bırakmıyordu. Onu savurduktan sonra karşısına çıkan Harun’u da yıktı. Yerde yatan şahsın yanına gitti. Üstündeki gazeteyi kaldırıp, yüzünü çevirdi. O… Eli beline gitti, boşluk… Taş oldu. Olay yerinin çevresinde, yağan karı değdiği yerde çamura çeviren meraklı bir kalabalık birikmişti.
‘Ben görmedim, şu binadan atlamış,’ dedi bir ses.
‘Neden atlamış?’
‘Bunalımdan herhalde tam bilmiyorum.’
‘İnsan doğum gününde intihar eder mi ya?’
‘Gençleri anlamak zor. Nereden atlamış?’
‘Ben gördüm, birdenbire çakıldı.’
‘Evet, küt diye! Kemik seslerini duydum.’
Kırmızı vosvos az ötede duruyordu. Gökyüzünde tek yıldız yoktu.
2006/Ankara.” ~Emrah Serbes, Her Temas İz Bırakır. 

19 Kasım 2011 Cumartesi

Manga dinlemeye başladığıma göre sıkılmışım demektir.

Bunalımdasındır, her şey sana zor gelir. Her şey üzerine gelir. Sığınacak tek yerin müziktir. Karıştırırken "Queen" başlığına gelirsin. Bohemian Rhapsody'yi geçersin. Zaten diptesin daha dibe girmeye ne hacet? Sonra birden başlar Don't Stop Me Now... Birden hızlanır. O an her şey kolaylaşır. Dünyanın kralı gibi hissedersin kendini. Işık hızında seyahat edebilme hayali canlanır gözünde. Evin içinde hoplayıp zıplarsın sonra...

18 Kasım 2011 Cuma

Santrifuj makinesine girmiş deney tüpü misali sen olmayınca dengemi kaybediyorum. Merkezkaç kuvvetim, nötrleyenim. Pikrik asidim. Daha ne diyeyim. Ben sayısalcıyım benim âşk-i duygularım böyle. Âşk zaten edebi değil kimyasal bir şey. Etkin bir çarpışma gerekiyor, doğrultu önemli, bir enerji gerekiyor âşk için. Minik hiperbolüm. Sen olmasan çekilmez bu dünya. İntegralin diferansiyele muhtaç olduğu gibi muhtacım sana.

17 Kasım 2011 Perşembe

Sadece kayıtlarda bulunması açısından söylüyorum, havanın soğuk olması, sevgilinin uzakta olması hiçbir önem teşkil etmemeli. Seviyorsan, seviliyorsan kışın ortasında yazı yaşarsın. Maddiyatı sikeyim. Manevi olarak yanında olmayıp, anca maddi olarak sevgilisinin yanında olan erkeğin ben kafasına sıkayım. İbnenin evladı cânım kızları harcıyorsun pezevenk. Senin yüzünden “Ben artık erkeklere güvenemiyorum.” diyorlar. İbnenin evladı.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Konuşacak o kadar şey var ki, bir o kadar da yazacak şey. Hem konuşup hem yazsak mesela seninle. Ben seninle konuşmayı seviyorum, susmayı değil. Beni bu güzelliğinden mahrum etme. Konuş benimle, konuşalım. Sen anlat ben dinleyeyim, ben anlatayım sen dinle.
Siluetler görmeye başladım. Deliliğe, dibe vurmaya bir adım daha yaklaştım. Ne mutlu bana.
Bundan sonra buraya daha sık uğrarım.
Her türlü sıcak içeceğe sempatim var, kahveye olan tutkum zaten dillerde; ama çay gibisi yok. Belki de sütten sonra içtiğimiz ilk sıcak içecek olmasından mıdır bilmem. Çay kadar rahatlatıcı bir şey tanımıyorum. Belki sevgili öpücüğü ya onun da nasıl bir bok olduğundan haberim yok. Siktir et. Çay gibisi yok.
Bir şey söyleyeyim mi? İnsanlar âşktan anlamıyor. En ufak bir duyguyu âşk olarak nitelendiriyor. Âşk öyle basit bir şey değil. Öyle kolay bir şey değil. Âşk öyle 1-2 ayda geçmez. Sen geçti zannedersin ama geçmez. Pusuda bekler. Âşk bir delilik örgütleyicisidir. Kaostan düzen yaratır. Birleştirir. Âşk bir olabilme halidir. Bir cümleye sen başlarsın, diğeri bitirir. Âşk böyle bir şey işte. Âşk geçmez kolay kolay. Ve insan bir kere âşık olmaz. Olamaz doğasına aykırı. Herkes yalancı. İnsan bir kere âşık olduğunu zanneder. Olmaz ama kendini öyle sanır. Kendini çok kaptırır. Üzülünce, canı yanınca da bir daha âşık olmak istemez. Bu durum anca böyle açıklanabilir. 
Çok düşünmekten oluyor bunlar. Fazla düşününce beynim kendi kendini yiyip bitiriyor. Sonra adını bilmediğim bir hormon, adını hatırlayamadığım bir yeri uyarıyor. Ben üzülüyorum. Kaç tane karbon atomu var acaba o hormonda? Kaç tane asimetrik karbon atomu var? İşin iç yüzünü bilince hiç eğlenceli gelmiyor bunlar. Bunları yazarken bile binlerce fosfat grubu adenin, riboz şekeri ve diğer 2 fosfat gurubundan oluşan yapıdan kopuyor. Bunun sayesinde düşünüyor, gülüyor ve ağlıyorum. Kendi kendime reçete: Bol bol bira iç. İyi gelir.

Her Temas İz Bırakır

Tuhaf rastlantılar, tuhaf temaslar
Önüne geçemediğim bir deliliğe dönüşmüş
Almış başını, gidiyor...


Hainsin, zalimsin Pilli Bebek. Yeter artık şu şarkının stüdyo kaydını yap. Tek düzgün kayıt bu elimizdeki. Sezon finaline de ne güzel oturmuştu. Dışı sevda, içi zindan olmayan bizlerin şarkısı bir yerde. Ne bileyim. Amirim, kırmızı vosvos, Şule. Ve bence diziyi özetleyen şarkıdır vesselam.

Pilli Bebek - Delilik.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Delilik

Geçen gün gene yürüyorum. Yürürken bir yandan düşünüyorum “Her yer herkesleşiyor, herkes her şeyleşiyor.” sonra birden bir amca çıktı karşıma dedi ki “Evladım düzgün yürüsene. Hem şu saçını da kestir. Ne o öyle?” dedi. Sinirlendim çaktırmadım “Düzgün yürüyemiyorum amca. Otolit taşları izin vermiyor. Yerinde duramıyor. Oysa ki biyolojiye göre düz durmaları lazım. Evrim var biliyor musun amca? Richard Dawkins okudum. O öyle söyledi. Amca neden kasket takıyorsun? Neyse iyi günler amca.” dedim yoluma devam ettim. Az gittim uz gittim PTT’nin yanından geçerken yerde yatan köpeğe eğildim. “Hep yatıyorsun da sen kalk bi kedi kovala gençliğin çürüyor.” dedim. Beni anlamış gibi kalktı gitti. Çocukken hep tırnağımın kenarındaki deriyi koparırdım. Kanardı bir sürü. Az önce gene kalkmış. Kopardım. Küçüklüğüm aklıma geldi. Hâlâ kanıyor silmedim. Saçlarım neden böyle? Neden sadece arkaya yatıyor? Yana yatınca kabarıyor. Belki biraz daha uzayınca ağırlığıyla düşer aşşağıya doğru. Aynaya bakınca karşımda bir eroinman görüyorum sanki. Ya da uykusuz ne bileyim. Çökmüş surat, mosmor göz altları. Ben yakışıklı değilim, olmaya da hevesim yok. Delimanyaanın tekiyim. Hem deli hem manyağım. Deliliğim akıllı bir delilik. Arada bir oluyor. Olunca da böyle fırlıyor. Günce yazmayı hiç beceremedim. Maksimum 3 gün ard arda yazdım. Arkası yok. Üşüyorum. Çok üşüyorum. İçim üşüyor. Dışım değil. İçim. Yazdıkça yazasım geliyor. Konu bütünlüğüne koyayım. Az önce yatağımda yatmış düşünürken kendi kendime dedim ki “Yazacaksın. Hiç durmadan yıllarca yazacaksın. Yazdıkların beş para etmez; ama sen gene de yazacaksın. Yazmaya devam et.” Bugün çok sevdiğim bir ağabeyimin doğum günü. Bütün bir yazımı onunla geçirdim desem yeridir. Benden çok yaş büyük ama biz çok iyi arkadaşız. Geçen gün sabahlamak için uyanık kalmaya çalışıyordum. Elimde kahve fincanı, karşımda televizyon öylece bakıyoruz birbirimize. Televizyonda suratlar var ama ben onları pek önemsemiyorum. Zaten onların da beni önemsediği yok. Bazen şu tuvaletlerdeki el kurutma makinesini kırasım geliyor. Beni görmezden geliyor çünkü. Ben deliyim. Deliliğimi saklama ihtiyacı duymuyorum. Hepimiz deliyiz. Bazılarımız biraz daha fazla deli. Beni sizler delirttiniz. Ben siz insanlar yüzünden bu haldeyim. Ben insan değil, deliyim. Delinin önde gideniyim. Beni kimse sevmez ben severim, ben gelirim bana gelmezler. Ha olur da es kaza gelirlerse onlar deli olmayan anımda gelirler. Deli anımda giderler. Ben deliyim. Hepinizi seviyorum. Siz beni önemsemiyorsunuz. 

Arkadaşlık, The Beatles falan

1 yılı aşkın süren arkadaşlığın, The Beatles şarkıları dinlemenin, birbirimize Paul ve John olarak hitap etmelerin sonucudur.

İyi ki varsın Baran Can! İyi varsın Paul!

8 Kasım 2011 Salı

7 Kasım 2011 Pazartesi

Hayat çok sıkıcı.

Berfu yok, Melda Abla yok, Ayza yok. Ve hayat çok sıkıcı göründü.
John Lennon'ın Nowhere Man şarkısını benim için yazdığını biliyor muydunuz?
Olsun yahu olsun değil mi?
Ama ne bileyim.
Neyse.
Bugün daha bok olamaz herhalde.





6 Kasım 2011 Pazar

Kurbanlar, tanrı istiyor.

Şimdi söylemek istediğim bir şey var. Bunalım durumu çok bok bir durum. Hava açık, mavi ve bu seni rahatsız ediyor. Ağlamaklı yapıyor. Çok boktan. Ne bileyim hiçbir şeyden zevk almıyorsun. Kahve bile çamur gibi geliyor. Ve gerçekten uyumktan başka çaresi yok. Uyuyunca geçiyor; ama uykuya dalmak da ayrı mesele.
Geçen gün gene bunalımdayım. Dolabı açtım. Baktım “Efsane Coca Cola Şiişesi” yarı beline kadar dolu. Aldım tam bardağa dolduracakken annem “Kola değil o şarap.” dedi. “Daha iyi.” dedim ve doldurdum. Tek dikişte içip bilgisayarın başına kuruldum. 4’e doğru kapattım bilgisayarı kitap okurken sızmışım.
Uyandığımda hayat bir nebze daha güzeldi.
Özetlersek, bunalımı geçirmek için içmek ve uyumak gerekir.

1 Kasım 2011 Salı

Kara Kaplı Şeyler


Ne müthiş şeydir şimdi seninle beraber olabilmek. Aslında böyle başlamak biraz garip oldu. Sen gerçekten iyi birisin. Seni seviyorum, sadece hoşlanmıyorum. Ve sana, kendime, etrafıma eziyet çektirmeye hakkım yok. 
Ve ne müthiş bir şeydir şimdi seni hissedebilmek. Hayatındaki küçük bir anekdottan öteye geçemeyeceğimi de biliyorum. Sen de biliyorsun. Lanet olsun, ne hissedeceğimi bilmiyorum. Nasıl konuşmam gerektiğini ya da. Saçmalıyorum, üstelik bunu bir damla bile kahve içmeden yapıyorum. 
Sanırım yorgunum. Yoruldum. Bu kadar erken yaşta bu yorgunluğu beklemiyordum. Ne yaşadım da bu kadar yoruldum bilmiyorum. Önüme gelene saçma diye diye kendim saçmalaştım. Üniversite belki düzeltir diye düşünüyordum. Olmadı. Ben gene aynı benim ve beklentilerim yüksek. Kendimden beklentilerim yüksek. İnsanlardan fazla bir şey beklemeyeyi 4 ay önce öğrendim.
Aptalın tekiyim. Hatalarımdan sonuç çıkarmıyorum. Aynı hatayı defalarca yapıyorum. Farklı bir sonuç bekliyorum. Çok mu iyimserim? Değilim. Hayır. Sadece salağım. Kelimeler bir anda dökülüveriyor ağzımdan. Ben engelleyemeden. Öylece oluyor her şey. Ağzımı kapalı tutmayı becerememek öğrenemediğim meziyetlerden biri. Oysa ki çok konuşmam. Zamansız konuşurum hep.
Zamansız sevdim seni. Diğer herkes gibi. Oysa ki tek istediğim sevgiydi. Ve John Lennon’ın da dediği gibi(Onun dediği anlamda olmasa da) “Hiçbir şey hayatımı değiştirmeyecek.” ve ben sonsuz döngünün içinde eriyip gitmeyi bekleyeceğim. Elimden gelen hiçbir şey yok. Değişmeyecek. Biliyorum. Sen biliyorsun. Siz biliyorsunuz. 
Yanlış yer, yanlış zaman olgusunun içinde büyüdüm. Hâlâ olmam gereken yerde değilim. Benim tek istediğim daha iyi bir insan olabilmekti. Normal olabilmekti; ama deliliğimi inkar etmek, ona ihanet etmek gibi bir şey. Deliliğim sayesinde böyle davranıyorum. Onu seviyorum. 
Seni sıkıyor muyum? Ya da sizi sıkıyor muyum? Benim tek istediğim sevgi. Ben insanları bolca severken, onların bana sevgi beslememesi canımı sıkıyor.
Çağımın insanı olamadığım için hepinizden özür dilerim.
Çağımda böyle şeyler konuşulmuyor çünkü.
Senden özür dilerim, istediğin gibi biri olamadığım için.
Bir yazının en zor kısmı finali biliyor musun?

26 Ekim 2011 Çarşamba

Sadece kayıtlarda bulunması açısından:


Hayat bir oyun,
Hayat bir maskeli balo.
Sahte yüzler
Sahte gülüşler
Eskiyi hatırlatan izler
Geleceği hazırlayan şeyler.
Hayat bir kabare.
Soğuk günde bir iskele,
İskeleye yanaşmış bir tekne.
Teknede bir de sen
Yani diyorum gelsen
Sen ve ben
Sevgi değil yiten
Aşk değil biten
Ot ve diken
Bunlardır yaylamda biten.
Ne desem ki bundan sonra
Şiir yazmayı beceremem ben
Dillerde tek söz “Bir denesen.”
İyi de ben divan şairi değilim ki güzelim
Sana seni anlatan müthiş methiyeler düzeyim
Ama sadece şunu söyleyeyim
Seni en güzel seven benim. 
 26 Teşrinievvel 2011, Antalya

21 Ekim 2011 Cuma

18 Ekim 2011 Salı

Soğuk akşam, aç, falan.


İnsan acıkınca, hastalanınca, ya da öyle bir şey olunca daha duygusal oluyor gerçekten. Açken bile! 
Kendimi yenilemek istemiyorum. Böyle kalmak istiyorum. Sürekli depresif halime alıştım. Mutlu olmak istemiyorum. Manyak mısınız siz!? Mutluluk hemen geçiyor! Depresiflik bâki. Evimde oturup tek başıma ölmek istiyorum. Sonra gazetelerde haber çıkar belki “Etliye, sütlüye bulaşmayan genç, evinde ölü bulundu. Komşuların ihbarı üzerine olay yerine gelen polis cesedin en az 2 haftalık olduğunu söylüyor. Komşular evden gelen ağır koku üzerine polisi aramışlar. Komşuları gencin aslında çok yaşam dolu göründüğünü, her hangi bir kimseyle takışmadığını bildirdiler.”
Senaryo yazmak kadar güzeli yok(Karnım aç). İnsan bir anda yazıyor her şeyi. Oturup “Ben bir yazı yazayım.” dediğin zaman karışıyor. Konu bütünlüğü gidiyor. Denedim. Olmuyor.
Sadece kitap okuyup, kahve içebildiğim bir hayat istiyorum. Bu gidişle sevgili olayına giremeyeceğim tekrar. En iyisi tek başına yaşamak. Gerçekten. Yaşasın tekil yaşam! Heyo!(Şöyle domatesli, peynirli bi sandviç yapsam… Yanına da çay!) 
Ellerim ve ayaklarım üşüyor. Pijama… Üstüne yün hırka… Ayaklarım çok üşüyor. Çorap giyesim yok. Kaşındırıyor. Karnım aç. Bir aydınlanma bekliyorum. Bir ses… Bir esinti…
Karnım aç ve üşüyorum. En çok da ellerim ve ayaklarım. Aç karna çay içmek olmaz. Ekmek bitmiş yan markette. Daha uzağa da gidemem. Gitsem de geri gelemem. Karnım aç!
Param yok. Yarın çekeceğim ve ellerim üşüyor. Yarın tanışma kahvaltısı varmış. Ben üşüyorum siz bana kahvaltı diyorsunuz! Ne bu şimdi?
Saçmalıyorum ve karnım aç! Yaşasın saçmalama özgürlüğü! Yalnız öleceğim. Pek matah bir şey değil. Elim, ayağım üşüyor. Zayıfım zaten ben. İlk Çağ’a geri dönmüş gibiyiz. Hoş biz zaten İlk Çağdan ileriye hiç gidemedik ki! Hala güçlüler, zayıflardan daha mutlu!
Bende öyle yazı yazıp üşüyorum işte. 
Ne gelir ki elden…

16 Ekim 2011 Pazar

Yıldızsız Şehirde Bir Konserertesi.


Sevgilim,
Bu şehirde yıldızlar görünmüyor. Ama aşk her yerde. Aşk zaten bitmez ki sevgilim! Aşk hiç biter mi? Bir dolmuş sırasında, bir ağaç kavuğunda. Söylesene. Bu şehir yıldızları görmek istemiyor sevgilim.
Sevişmek maddi bir şey mi sevgilim? Yoksa ruhun maddeye karışması mıdır sevişmek? Bu bir bağlamda aşk değil midir? Aşka sevişmek diyebilir miyiz?Sevgilim cevap versene!
Evimize sardunya alalım mı aşkım? Balkonumuzda yetiştiririz. Olmaz mı? Ama sürekli ben öneri getiriyorum yeter artık! Biraz da sen önersene sevgilim… Üzülüyorum. Kapımızı çalarsa bir gün sardunya, ne yaparız? 
Buraya kar yağmıyor sevgilim. Bolca yağmur yağıyor; ama ben gene de karlı havayı sevemez miyim? Kar Yapıyor Bu Gece diyemez miyim sana? Bana izin verir misin tekrar seni sevmeme? Aşkım, bu akşam kar yağdı biliyor musun? Sokağa değil, gözlerime. İçime. Herkes eğlenirken nasıl üşüdüm biliyor musun? İçerisi güzel kokuyordu. Sen kokuyordu.
Sevgilim, neden böyle olduk? Neden sana bu kadar yakınken sana en uzak oldum? Mutlu Olmak Varken neden hüzne yenik düştük? Biz değil miydik inatçı olan. Yanıldık mı yoksa…
Gece oldu bile. Birazdan yatacağım ve sabah olacak. Sabah olacak ve ben gene öleceğim. Yapabilecek neyim var ki sevgilim? Ne gelir elimdentürkü söylemekten başka. Sen beni sevme olur mu? Ben her sisli sabaha seni söyleyerek uyanırım. Türkümü de söylerim. 
İyi geceler sevgilim. Sen yoksun ya. Gelmiyorsun işte. Gelsen keşke. İyi geceler.
Anlaşılacağı üzere Ezginin Günlüğü doluyum. Hepinize bol sevgiler, aşklar. İyi gece… İyi geceler… Bolca uyku şarkısı. Seç, beğen.


15 Teşrinievvel 2011, Antalya
Cumartesi...

15 Ekim 2011 Cumartesi

Cumartesi can sıkıntısı.

Günlerden cumartesiyse,
Pijamalarını çıkarmadıysan
Üstelik bir de hastaysan.
Ve o gün evdeysen,
Can sıkıntısı geçmez güzel kardeşim.
Geçmez.

15 Teşrinievvel 2011, Antalya.
17:08 Cumartesi.

5 Ekim 2011 Çarşamba

İyi Geceler Sevgilim.


Okuyor musun? Okuyacak mısın… Yoksa çoktan okudun mu? N’aptın sevgilim? Hadi anlat yahu dinliyorum ben. Sevgilim? Sesin gelmiyor. Neyse böyle de kabulümsün. 
Bugün çok garip bir şey oldu sevgilim. Sen beni dinliyor musun? Hah. Yanımdaki arkadaşa senin adınla seslendim. Bakmadı tabi. Demek ki bana Ali deseler ben de bakmayacağım. Komik olmadı değil mi sevgilim? Özür dilerim. 
Yan sokakta bir köpek var sevgilim. Sürekli orada yatıyor. Uyukluyor. Öyle olasım var biliyor musun? Sevgilim? Sevgilim? Neyse uyudun herhalde ben devam edeyim. Çok yoruldum. Daha başında yoruldum. Çok var daha değil mi sevgilim? Daha ne güzel günler göreceğiz değil mi? Motorları olmasa bile bisikletlerimizi maviliklere süreceğiz değil mi?
Sevgilim bugün benden ayrılalı 6 ay oluyor. Tam bugün değil ama işte bu aralar. Sen beni dinleyecek misin?! Sensiz geçen 6 ay nasıl geçti bilmiyorum. Özür dilerim artık sevgilim değil misin? Unutmuşum. Çok unutkanım bilirsin.
Bir daha olmaz ki sevgilim. Ayrıca nereden aklıma geldin sen tekrar böyle? Seninle konuşmadığım halde sana neden bu kadar bağlıyım? Neden geçmişin izleri silinmiyor sevgilim? Sarı sayfalar yırtılmıyor?
Neden sorusunu neden bu kadar çok kullanıyorum sevgilim? Sana sevgilim diyebilir miyim? Ha teşekkürler. 
Uyuyacak mısın sevgilim? Tamam ben beklerim. Çünkü ben Sevginden Yanmış Şövalye’yim unuttun mu? Sen beni sevmesen de ben seni severim. Kapında beklerim tüm soğuğa ve karanlığa rağmen hatırladın mı?
Bunları sakın okuma olur mu? Bana tekrar kızmanı istemiyorum. Hiç kimsenin kızması beni bu kadar etkilemedi biliyor musun? Belki babamın kızmasıyla yarışabilirsin.
Sevgilim, iyi geceler sevgilim. Kalan hayatında iyi günler.

4 Ekim 2011 Salı

Let It Be!


  • Merhaba.
  • Gene çok yoruldum. Hayatım çorba yapar mısın?
  • Artık benim de D&R kartım var. Ehuhea!
  • Sadece kayıtlarda bulunması açısından söylüyorum, seni sevmiyorum!
  • Bazı şeylerin olmasını veya olmamasını engelleyemediğimiz anlar oluyor. O anlar için Let it be!
  • Bir turist insanına “Sorry dude I don’t know that place.” dedim. “Thanks dude.” diye cevap verdi. Neyse ki kısa kesti MP3’ümde en sevdiğim şarkı çalıyordu.
  • Sınıfta saçlarımdan dolayı tanınıyorum. Hallelujah.
  • Burger King’in acılı sosu o kadar acı değil yahu. Abartıyorlar. 
  • Adımı “Entel” yaptılar sırf derste sıkıntıdan kitap okuduğum için.
  • Fiziğe geçici olarak giren kadın tam bir canavar aman yarabbi!
  • Sabah ilk dersin binasının yerini bilmiyordum. Ararken sürekli “Strawberry Fields Forever”ı söyledim. Kızın biri geldi “Aynı sınıftayız gel derslik bu tarafta.” dedi. Ve ben gene onu tanımıyordum.
  • Bazı kızlar neden bu kadar güzel ve sevgilileri var?
  • Ayağı takıldı, üzerime doğru düştü. Düşmesin diye tuttum. Ben özür diledim. Aah kara bahtım kör talihim nerelere gideyim…
  • Yorulduğumu söylemiş miydim?
  • İNGİLİZCE DERSİ GÖRMEK İSTEMİYORUM! Sebep ingilizce sevmemem değil. Bildiğim yerleri tekrar görmek. Üstelik en sıkıcı yerler.
  • Karnım aç.
  • Kahve içmem lazım.
  • Sevgiye ve çorbaya ihtiyacım var.
  • Çorba sırpça bir kelimeymiş. Onu öğrendim geçenlerde.
  • Ben bir kahve yapıp geleyim.
  • Güle güle.

2 Ekim 2011 Pazar

Bir şey hissetmiyorum derken ağlamam da kara mizah dolu. Nasıl ne tür bir insanım ben?

1 Ekim 2011 Cumartesi

Karşı Koyabilme Sanatı.

"Tarih okuyanlar bilir ki, itaatsizlik insana özgü bir erdemdir!
Toplumsal ilerleme, ancak itaatsizlik ve isyan sayesinde gerçekleşir."~Oscar Wilde

Karşı koyabilmenin sanatı olur mu? Çok da güzel olur. Demokrasinin beşiği Yunanistan, karşı koyabilme sanatını çok güzel ortaya koyuyor. Fazla bir şey yazasım yok aslında.

Sizin paranız varsa, bizim öfkemiz var!
Eğer ki yaşam; rütbe, para ve yozlaşma ise biz bunu kabul etmiyoruz! Yaşasın Anarşi! Yaşasın silahlar! Yaşasın Karşı Koyabilme Sanatı!

30 Eylül 2011 Cuma

Yazıyla Üvertür.

Hayatta hep istediğim şeyleri yapmaya çalıştım. Bir kere bile pişman olmadım yaptıklarımdan. Sonucu ne kadar acı verici olursa olsun hep gurur duydum yaptıklarımla; ama eksik bir şeyler var. Hayatımda eksik olan bir şeyler var. Herkese yardımım dokunuyor. Hiç tanımadığım bir insanın yüzünden bir gülücük alabiliyorum. Bu bence zor bir şey. Hâlâ eksik olan bir şeyler var.

Artık çok fazla düşünmeye başladım. Yasak düşünmek bile bile düşünüyorum. Düşüneni içeri alıyorlar burada. Sizin orası da öyle mi? Ah doğru ya. Aynı ülkedeyiz. tanrı beni korusun.


Çok sıkıldım bana bir şeyler anlatsana. Kahveyi ben yaparım sen anlat. Sen beni tanımıyorsun, bende seni hiç görmedim; ama görsem sana öyle bir aşık olurum, aklın şaşar. Bana ne anlatacaktın? Masal da olur. İnanmam; ama masal dinlemeyi severim. Bana istediğin masalı anlat. Benim en sevdiğim  Küçük Kara Balık masalıdır bilir misin?

Senin de ailen devrimci mi? Ya da zamanında devrimci miydi? 12 Eylül'de alındılar, fişlendiler mi? Sizin de rakı sofralarınız olur mu? Sizde de sürgün hikayeleri anlatılır mıydı? Ben en çok babamın Hakkari hikayelerini severim. Eğer bir sene erken başlasaymış göreve Yılmaz Erdoğan'ın öğretmeni olacakmış biliyor musun? Ayrıca Vizontele: Tuuba'daki Güner Sernikli'yi de biliyormuş. "Müthiş bir adamdı." diye anlatır babam. Sahi sen Vizontele'yi izledin mi?

Beni sevebilir misin? Ben seni severim sen beni sevmesen de. Çok severim. Taparcasına severim. Sen yeter ki bana bir kere "Seni seviyorum, seni gerçekten seviyorum." de. İşte zaten o an ben havaya uçarım.

Bir yerlerde hata var. Müzisyen yanlış notaya basınca dansı kaçırıyorum. Ben bir kuş olsaydım müzisyen bir kuş olurdum. Ben bir aslan olsaydım, tüm tembelleri astırırdım.

Ben normal bir insan olsaydım, şu an daha farklı bir yerde, daha farklı bir insan olurdum. Tanrıya şükürler olsun ki normal değilim.

Sahi senin dünyanda tanrı var mı?
Sevgili sevdiceğim demeyi özledim. Çok şeyi özledim; ama en çok bunu özledim.

Üniversite Notları.


  • Merhaba.
  • Tek başına eğlenme olayını yavaş yavaş çözüyorum.
  • Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain’i Google’da aratmadan yazdığım gün bir milat olacak. Ha bir de Audrey bunu okuyorsan, Je t’aime!
  • Temel Bilgisayar ve Algoritma diye ders koyup, mouse klavye gibi elemanları öğreten bölüme kafam girsin. Zaten hoca manyağın teki. “Apple’ı nereden tanıyoruz arkadaşlar? iPhone’dan di mi?” ya da “Engır Börd oyununu bilen var mı?” gibi.
  • Yarın off günü gene; ama çalışmam lazım. Geç bile kaldım aslında.
  • Artık benim de beyaz önlüğüm var. Medium hem de.
  • Kızın birinin beni kestiğini gördüm. Sanırım başka birine bakıyordu beni kesiyor olamaz. Olmasın. 
  • Sevgili Chun-Li, ilişkimizi gözden geçirme kararı aldım. Üzgünüm, ben seni tekrar arayacağım. Öptüm bebeğim.
  • D&R’a girdiğimde bir şey almadan çıkmadığımı farkettim. 
  • Sosyal hayatımı sadece sinema-tiyatro-konsere indirgeme kararı aldım. Arkadaşlarla sadece okulda ders aralarında bir şeyler yaparım. Ders gerçeği var hafız.
  • Erasmus’a başvurmak istediğimi farkettim.
  • Yürüyen merdivenlere gıcığım. Yürüyen merdivene binip de ilerlemeyen genç insanlara gıcığım. Hadi yaşlılar tamam; ama siz niye lan? Eliniz ayağınız mı tutmuyor? Çok fitil oluyorum. Bir omuz çakıp, özür dilemeden geçiyorum. Onların özür dilemesi lazım. Benim yolumu kapıyorlar. Ben meşgul bir insanım yahu! Yolumdan alıkoyuyor resmen!
  • Puding, nutellayı siker!
  • Okumak istemiyorum! Muafiyet sınavını kaçırdım. Çok sinirliyim. Tekrar “What’s your name?” olayına dönmek çok can sıkıcı.
  • Batak’ta ilk başlarda batıp -3’e kadar gerileyip, bir anda atağa kalkıp birinci olan kişiye Can denir. Pepsi sponsorluğunda kazandım.
  • Kimyadan korkacağım aklıma gelmezdi laboratuvar dersine girene kadar. 2 kere girmezsen derse kalıyorsun. Her dersten önce Quiz var ve quizden 50 alamazsan sınıfa giremiyorsun. Keza önlüğün yoksa da aynı şekilde derse giremiyorsun.
  • Ders kitabına 80 TL veresim gelmiyor.
  • Buraya geldiğimden beri para harcayamadığımı farkettim. O yüzden bugün hesaplar benden.
  • Hoş bir hatun karşıdan geliyorsa hemen kafamı eğiyorum. sanki ona bakıyormuş gibi oluyorum karşıya bakınca. Tırsıyorum aslında bazılarından sebep bu.
  • Aynı okulda okuduğumuz pezevenk gördü selam vermedi. Hemşehri hemşehriyi gurbette selamsız bırakırmış arkadaş.
  • Yola “Kama Sutra” yazmışlar. Hiç güleceğim yoktu. Kampüse kadar kahkahalarla güldüm.
  • 1 haftadır kahve içmediğimi farkettim.
  • Hala kadın-erkek ilişkilerinde bir duvar var hafız. O kadar konuştuk adımı bile sormadı. Sormayınca bende söyleme zahmetine girmedim.
  • Derse bir saat erken gitmek kadar sıkıcı bir şey yok. Yanıma kitap da almamıştım!
  • Asosyalleştiğimi farkettim.
  • Güle güle.

25 Eylül 2011 Pazar

19 Eylül 2011 Pazartesi

Her zamanki şeyler işte.

Üşüyordum ve sarhoştum. Bir de sen vardın işte. Saçların dağınık gözlerin mahmurdu. Beni etkilemek için hiçbir şey yapmana gerek yoktu.
Artık istesen de gelmem ki sana. Gelemem.

Hayat değişiyor biliyor musun? Durmadan, yorulmadan, bıkmadan. Yeni insanlar, eski insanların yerini doldurmak için uğraşıyor. Bir kaç gün sonra bambaşka bir hayat beni bekliyor. Yeni bir okul, yeni dersler.

Değişmeyen tek şey ise sana olan sevgim sanıyordum. Sana olan sevgim bile değişti. Ben değiştim. O korkak insan değilim. Yani olmamak için çabalıyorum. Bir ara başarmıştım. Tekrar başa döndüm. Tam tepeye gelmişken dibe kadar düşmek sana da zor gelmiyor mu?

Hayatıma giren herkesi sevdim. Eşitlemeye çalıştım. Hep bir yanlar ağır bastı. Günün birinde bir seçim yapmam gerekeceğini hissediyorum. Hayatımın boka sarma olasılığı da var biliyor musun?

Ayrılık çok sıkıcı bir şey. Sevmiyorum. Kim sever ki? Hangi manyak sever.


18 Eylül 2011 Pazar

Olmayana Yergi, Methiyeler, Güzellemeler.

Sevgilim,
Seni yarın seveceğim, şu an henüz tanımıyorum. Yarın karşımda oturmuş bana bakarken bulacağım seni. Ben sana bakacağım. Belki de müzisyensindir olamaz mısın? Hep bir müzisyeni sevmek istedim; ya da bir müzisyen olmak.
Kanıyorum sevgilim. İçim kanıyor. Sen misin o? Hayır sen değilsindir. Sen kanatmazsın. Sen sararsın kalbimi değil mi sevgilim?
Sevgilim yoksa sen ressam mısın? Çizer misin tuvalleri? Neler çizersin? Mesela beni çizebilir misin kendi hayalinde? Sevgilim, sen şu an yoksun; ama olduğunda seni gene çok seveceğim.
Sen yoksa bir mimar mısın? Planların, programların mı var sevgilim? T cetvelin var mı mesela?
Sevgilim sen yoksun diye sana methiyeler düzemez miyim? Tüm tassavuf şairleri tanrıya övgüler yazdıysa, ben de sana övgüler yazamaz mıyım?
Senin şu an olmaman ilerde olacağın demek değil öyle değil mi sevgilim? Olmayabilirsin sonuçta. Bana bağlı değilsin ki her zaman. Sahibin değilim son tahlilde, sevgilinim.
Beni sevebilir misin sevgilim? Beni çizer misin? Enstrümanda beni çalabilir misin? Benim planımı çıkarabilir misin?
Sevgilim,
Bugün pazar, sarhoşum, olmayan seni gene çok özledim.

11 Eylül 2011 Pazar

Hee Tamam.

Cinsiyet ırkçılığına karşıyım. İster kadınlar olsun, ister erkekler olsun karşı cinsi aşşağılama hakkına sahip değildir. Neymiş efendim? Erkekler gerizekalıymış, erkekler kadınları avrad-ı mukabil bölgeleri için severmiş.
Nereden biliyorsun? Kaç erkekle tanıştın? Kaç tane erkeğin öyle olduğunu gördün?
Size bir sır vereyim. Tüm sarışınlar aynı. Aşktan anlamıyorlar ondan sonra da “Aşk yoktur. Erkekler dallamadır.” diyor. Bir şeyi inkar etmek için illa ondan büyük bir kazık yemek mi lazım? Erkeklerin de esmer olanları aşktan anlamıyor. Aslında bu kadar sert bir yazı olmayacaktı; ama gördüklerim bunu yazmama itti beni.
Hayvanın teki bir bok yiyor. Kızın hayatının içine ediyor. Ondan sonra olan bize oluyor. “Tüm erkekler aynısınız.” Yok canım aynı değiliz. Hepimiz değiliz. Öyle olanlar var yok demiyorum; ama hepiniz aynısınız dediğinizde gücüme gidiyor be. Yapmayın sadece benim de değil. Benim gibi olan bir sürü erkek var.
Kendimi yüceltme, marjinalleştirme çabasında değilim. Sadece feminizmin uç noktalarında yaşanmasına karşıyım. Lütfen biraz ciddiye alın bu konuyu.
Başkalarının gazına gelip bize saldırmayın.

Kara Kaplı Şeyler.

Dokunamamak, sıcağını hissedememek o kadar koyuyor ki. İntihar mavisini hissetmektense avuç içinin sıcaklığını hissetmek isterdim oysa; ama ne yapalım. Yanlış yer, yanlış zaman. Elimizden gelen bir şey yok. Ne yapabiliriz ki? “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka?”
Kimse için değil bu hissettiklerim. Uyumama bile izin vermeyenler intihar etmeme nasıl razı olsunlar? Zaten intihar bana en uzak olgu. İntihar olay değil, olgu. Ölüm olaydır, intihar olgu. Aradaki farkı kaptın değil mi? Anla beni ne olur.
Ben yalnız ölürüm. Arkadaşım olur; ama ben yalnız ölürüm. Herkesin içindeyken yalnız hissedersin ya hani. Asıl olmam gereken yer burası değil! Ben buraya ait değilim çığlığı düğümlenir boğazında, “Neden”ler gözlerinde birikir. Tek bir söz bitirmeye yeter seni.
Gene karamsar oldu. Bilinçaltım bataklığa döndü zaten, çıkamıyorum içinden. Elimi tutup çekip çıkarsan beni… Ben beklerim. Hadi gel.

God Loves His Children

Tanrı beni sevmedi. Ben onu sevmek istedim; ama o elinden gelen her şeyi seferber etti kendinden nefret ettirmek için. Sana inanmıyorum. Gözümde yoksun. İçtiğim kahve değilsin. Soluduğum hava, öptüğüm kadın değilsin. Sen hatalarla dolusun. Sürekli hata yapıyorsun. Cezasını insanlara veriyorsun. Zeus’u yenemedin sen. Zeus hala sarayında oturuyor ve inan bana o senden daha merhametli birisi.
Gelmiş geçmiş en büyük yalan tanrı çocuklarını severdir. Eğer biz tanrı suretinde yaratıldıysak, hepimiz tanrı değil miyiz? Sen kendinin tanrısısın. Çünkü, düşünme ve özgür hareket kabiliyetine sahipsin. Sen ona muhtaç değilsin.
Tanrıyla aynı fikirde değilim. Ona iman edilmesi konusunda ona katılmıyorum. Beni sevmek için bir çaba harcadın mı? “Yaşıyorsun ya!” gibi martavallarla gelme bana. Daha somut şeyler getir önüme.
Chuck Palahniuk’dan.
…ceviz çalışma masasının karşı tarafında oturup tanrı’yla bir görüşme yaptım. arkasındaki duvarda diplomaları asılıydı. tanrı bana dedi ki: “neden?” neden bu kadar acıya sebep oldun? her birinizin kutsal, eşsiz bir kar tanesi olduğunu anlayamadın mı? eşi bulunmaz eşsizlikte, eşsizin de eşsizi bir kar tanesi olduğunuz göremedin mi? hepinizin sevginin tezahürleri olduğunu anlamıyor musun? karşımda oturmuş, bir not defterine bir şeyler karalayan tanrı’ya baktım. ama tanrı bu meselede tamamen yanılmaktaydı.bizler eşsiz değiliz.süprüntü ya da pislik değiliz. biz sadece biziz. biz sadece biziz ve hayatta başımıza gelenlerin bir nedeni yok. tanrı diyor ki: “hayır, bu doğru değil.” peki. öyle olsun. tanrı’ya akıl öğretmek bana kalmadı ya.
Değil mi? Tanrıya akıl öğretmek bana kalmadı ya.
Seni sevmiyorum.
Şimdi ben tanrıya bu kadar karşı çıktım feci marjinal oldum değil mi? Kesin. Zaten düşüncelerini yazmak marjinallik ülkemde. Canım ülkem.

8 Eylül 2011 Perşembe

Sıkıntı.

Canım sıkılıyor. Bana bir şeyler anlatsanıza. Ben dinlerim. İyi bir dinleyiciyim. Müzik de önerebilirsin; ama konuşun benimle bir şeyler yapın. İnsanların beni sevmediğini, sevilmediğimi, gereksizliğimi hissediyorum böyle olunca. Ben anlatamam. Bire bir anlatamam. Anca böyle yazarım. Zaten beni bu hale getiren olay da budur.
Canım sıkılıyor. Sonra bir kadın geliyor, derdini anlatmaya başlıyor. Dinliyorum, derdine çare olmak istiyorum her ne şekilde olacaksam öyle işte. İnsanlara yardım etmeyi seviyorum. Sonra bir erkek geliyor, derdini anlatmaya başlıyor. Dinliyorum, hafiften güldürmeye çalışıyorum. Bazen beceriyorum bu güldürme işini. Bazen güldürmek en güzel çare oluyor insana. Çok güzel rol yapıyorum bazen.
Canım sıkılıyor. Bir kadın giriyor hayatıma, it gibi seviyorum. Ona zarar gelmesin, üzülmesin diye kendimden taviz veriyorum. Benim bir önemim yok. Aslına bakarsan senin de bir önemim yok. (Evet kendinizi klişeye hazırlayın) Bizim bir önemimiz var. Kadın geliyor, seni seviyorum diyor. Ben de seviyorum; ama sadece seni seviyorum demek yetersiz kalıyor. Şarkı söylemek istiyorum ona bağıra bağıra. Ama bir gün geliyor, aslında istediğinin ben olmadığımı söylüyor. İlk söylediğinde yıkılmıyorum. Dik durmalıyım. Ben, tüm zorluklara göğüs geren ben durmalıyım. İzin vermemeliyim kendimin yıkılmasına. Sonra günün birinde, arkadaşlarımla içerken, birden aklımda şimşekler eşliğinde bağırıyorum: “Keşke o gün yıkılsaydım!”
Canım sıkılıyor. Arkadaşlarımla dışarı çıkıyorum; ama onlar beni mutlu edemiyor o kadın kadar. O kadınla eğlendiğim kadar eğlenemiyorum. Arkadaş sofralarından ilk kalkan hep ben oluyorum. Gidip kendi karanlığımda bir kez daha ölüyorum. Aslında bilmiyorum. Ölüyor muyum yoksa sadece kendimi mi kandırıyorum.
Canım sıkılıyor. Saat daha erken. Dokuz buçuk bile değil. Yazıyı bitirdiğimde belki dokuz buçuk olur. Geçedebilir. Kahvem bitti. Kalkıp yenisini yapmaya üşeniyorum. Saçlarım hala ıslak. Gözlerim son iki aydır yaş akıtamamış olmanın verdiği ızdırapla acıyor. Bugün izlediğim bir filmdeki bir türkü aklıma geldi bir anda. Çok güzel türküydü. Belki buralarda gösteririm bir zaman. Tahmin edemezsin ki! Bilmiyorsun ne kadar güzel bir türkü o.
Canım sıkılıyor ve yazdığım kelimeler birbirine giriyor.
Canım sıkılıyor ve buradakilerin de canını sıkıyorum.
Canım sıkılıyor ve hayatıma giren tüm kadınlara ağlamak istiyorum.
Hayatımda iz bırakan tüm kadınlara gelsin.

Bana Bir Makale Yaz.

Bana bir makale yaz beni anlatan. İçinde felsefe olsun, matematik olsun, fizik olsun. Alıntılara yer ver. Benim sevdiğim kitapları anlat. Beni bana anlatabilir misin? Schopenhauer’le olan benzer yanlarımı, Nietzsche’ye olan nefretimi ve zıtlıklarımı yaz. Nihilistlere nefret kusuşumu anlatabilir misin? Ya da her iki Marx’ı ne kadar sevdiğimi. Eski filmleri ne kadar sevdiğimi anlat. Dziga Vertov’un filmlerinden izlemek istediğimi; ama bulamadığımı anlat. Güneş Yanığı filmini sevdiğimi anlat ya da. Bunları anlatır mısın? Makale yaz, içinde Edith Piaf, Leonard Cohen, Jacques Brel geçen. İçinde ben olan bir makale yazabilir misin?

6 Eylül 2011 Salı

Abbas is reportin'


Antalya’ya sağ salim vardım. Kaydımı yaptırdım. Güzel kızlara iç geçirerek baktım. Burger King’e sövdüm. Ulan Ice Tea ve Kolanın neresi benzer de karıştırdın? O kadar kola dedim Ice Tea vermiş. Ablamı da inandıracam diye olmayan göbeğim çatladı.
Yemeğimizi de yedik. Babam, teyzemin “Bira içer misin Can?” sorusundan ötürü öldürücü bir bakış fırlattı. En şirin halime: “Tişikkirlir Sipirmin!” dedim kimse anlamadı. “Sağ ol teyzecim içmeyeyim.” dedim.
Aaah ah. 4 yıl harika geçicek burada! Umarım. Hope so.

4 Eylül 2011 Pazar

Fesleğen

Ben böyle bir ot daha bilmiyorum abi. Belki kekik olabilir; ama yok fesleğen bonba bir ot. Patlıcanı yenilebilir kılıyor. Her yemeğe atasım geliyor. Salça gibi, tuz gibi bişey oldu hayatımda. Kokusu ayrı güzel. Fesleğen süper bir ot. Bayılıyorum. Kızım olursa adını fesleğen koyarım belki. Sevgilisi olunca der “Ehe işte sonunda ota kondu aşk!”. Bence mantıklı. Bunu aklımda tutayım.

3 Eylül 2011 Cumartesi

Eylül

Eylül’ü sevmem. Sevenlerin neden sevdiğini bir türlü anlamam. Nesini seviyorsunuz Eylül’ün? Seversem bir tek hava soğuduğu için severim.
Eylül’ü sevmem. Eylül de beni sevmez zaten. Sevmesi de gerekmez. Birbirimizle iyi geçinemiyoruz Eylül’le. Eylül hep içimi karartıyor. Sevmiyorum.
Affet beni Eylül. Seni bir Nisan kadar ya da Haziran kadar sevemedim. Sen bana iyi davransaydın belki de bunlar olmazdı. Eylül bana hep kötü geldi.
Eylül, Ocak ayıyla bir bağın var mı? Ya da Mayıs’la… 1 Mayıs hariç canım. Mayıs’ın diğer günleri aynı Ocak ve Eylül gibi. Neden kör kurşunların can almasına izin verdin Eylül? Neden karanlığa sürükledin bizi? Neden, neden, neden?
Neden sorusunu çok sorarım Eylül. “Neden?” sorusunu hayatından insan nasıl çıkarır ki? Ben çıkaramıyorum. Eylül, keşke iyi davransaydın.
Ocak, sıra sana da gelecek. Bekle sen. Hele bir bekle Ocak… O zaman göreceksin gününü. Şimdi Eylül’deyiz ama.
Ah be Eylül. Seninle bir gün rakı masasına oturup uzunca boylu dertleşmek istiyorum. O katilleri koynuna alırken hiç mi miden bulanmadı? Eylül güzel bir isim; ama sen beni aldattın Eylül. Beni iğrenç katillerle aldattın. Oysa benim de gözümde güzel bir ay olabilirdin. Değilsin Eylül. Seni sevmiyorum.
Bir gün senden intikam alınacak Eylül. Bekle bizi.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Zaten Ben Seni Görmeden Sevdim.

Görmeden de sevmeye devam edeceğim. Bu sadece bir adım geriye çekilip beklemek. Her şeyi bir anda bitiremem. Olmaz. Yapamam. Seni seviyorum. Sen bana, başlarda, pek inanmadınsa da artık inanıyorsun. İnanmak bir ilişkide en önemli şey. İnanmak, güvenmek. Sevgimin büyüklüğünü ölçebilecek bir terim, bir söz öbeği yok.

Ben seni görmeden sevdim. “Görünce vazgeçersin”lerine aldırmadan sevmeye devam ettim(ki gördüğümde de seveceğim şapşal). Sevmeye devam edeceğim. Sana bir söz verdim. Seni asla bırakmayacağım ve üzmeyeceğim. Fırtına elbet dinecek sevdiğim. Ülkeme gelecek bahar. Dağlarda eriyecek kar ve sona erecek hasretliğimiz. Madem ki seni seviyorum o halde bir sorun yok. Ben sadece ama sadece seni istiyorum.

Ben üzülmüyorum sevdiğim; çünkü bu kadar sevildiğim için çok mutluyum. Sen de biliyorsun bazen salaklığım tutuyor. O anlarda pek iyi değilim tamam; ama bence diğer zamanlarda iyi iş çıkarıyorum.

Zaten ben seni görmeden sevdim. Görmeden bu kadar sevebildiysem gördükten sonra sana taparım. Sana bir zarar gelmemesi için her şeyi yaparım. Seni koruyan şövalyen olurum. Kapında beklerim senin rahat uyuman için. Ejderlerle savaşırım seni kaçırmak isteyen. Her şey senin için bir tanem.

Sen yeter ki beni sevmekten vazgeçme. Ben her halükarda sana ulaşırım. İster uzak ister yakın sen seç aşkım. Ben sana uyarım. Her zaman. Her nereye gidersen.

Yanlış yer yanlış zaman kavramının içinde büyüdüm. Şu an olmam gereken yer senin yanın. Ama ben evimde oturmuş saçımı başımı yoluyorum. Ağlayamıyorum sevgilim akmıyor gözümden yaş. Akmasını istiyorum ama lanet olası akmıyor.

Şunu bil. Sen üzülürsen ben üzülürüm. Ben senim.

Sakın unutma olur mu? Seni çok seviyorum.

30 Ağustos 2011 Salı

Nothing Really Matter.

Herkese iyi davranmak istiyorum. İstediğin bir şeyi yapmadığımda, yapamadığımda, sizden daha çok üzülüyorum. Gerçekten; ama benim de bir düşünce hayatım var. Her şey birbirine o kadar çok karışıyor ki bazen. Kendimi çok çaresiz bir o kadar da beceriksiz hissediyorum o anlarda. Biçare kalıyor, oturup ağlamak istiyor, onu bile beceremiyorum.
Kendimi diğer insanlara o kadar adadım ki kendi yaşamımı göremez oldum. Tek bir kendi yaşantıma dönme çabamda elime yüzüme bulaştırdım. Bir daha dönmemek üzere. Sonra tekrar denedim sonuç gene aynı oldu. Bazen bırakayım yazmayı diyorum. Belki de beni bu hale getiren yazmak oldu. Ben kimim ki yazayım? Sonra gene kendi kendime cevap veriyorum. Ben, Can’ım! 120 kişilik döneminin tamamına tek başına kafa tutan çocuk! Ölüm tehtitleri alan, köşesine sinmeyen, kendisine yapılan tüm rezil etme çabalarına karşı dik duranım ben. Peki neden en ufak bir rüzgarda böyle eğilip bükülüyorum? Neden? Çünkü aslında çok güçlü görünsem de ben zayıfım. Odunluktan bahsetsem de duygusalım. Birisi bana kızdığı zaman hala ağlarım. O kadar da güçlü birisi değilim.
Yaptığım tüm hataların üzerine gittim. Tüm hatalarımı tekrar tekrar yaptım. Hayatta şu ana kadar yaptıklarımdan asla pişman olmadım. Neysem oydum. Çizgimin dışına taştım; ama sebebi deliliğimden. Deliliğim benim zamanın dışında coşmama, çiçeklerle beraber açmama yardımcı oldu.
Bir yazının en zor kısmı başlık ve bitirme kısmı. Yazdığım yazıları her zaman bölümlerini senfonik bölümler olarak adlandırırım. Giriş-ballad-üvertür-konçerto-kapanış. Bu seferki Giriş-Üvertür-Koncerto-kapanış şeklinde olacak. Ve şu an kapanışı okuyorsunuz.
İyi geceler.
Not: Yazılırken sadece Bohemian Rhapsody dinlenmiştir.

27 Ağustos 2011 Cumartesi


Bu rakı var ya bu rakı,
Senle içerken güzel.
Bu hayat var ya bu hayat
Senle yaşarken güzel.

25 Ağustos 2011 Perşembe

Canım sıkılıyor. Bana bir şeyler anlatsanıza. Ben dinlemeyi severim. Masal anlatın, kendi hikayenizi anlatın ya da dinlediğiniz güzel bir şarkıyı önerin bana. Paylaşın işte benle. Bencilliğin lüzumu yok. Zaten bizi bu hale getiren bencillik ve şovenizm olmadı mı? Modern toplumun gürültüsü diye bir şey var hani bilirsin. Hah işte o benim. Modern toplumda o gürültüyü yaratan benim. Tüm sorun benim. Bana kız bana bağır bana tüm öfkeni haykır nefretini kus bana. Rahatla biraz.

23 Ağustos 2011 Salı

Naruto'dan pes etmek hakkında harika bir söz.



Give up to trying make me give up!

Yeşillik, Domates ve Kahve üzerine.

Yeşillikleri pek sevmem. Bir kaçını sadece. Maydanoz, marul bu kadar. Isırgan yeşillikten sayılmıyor bence. Yakıyor falan. Ama böreği güzel olur. Çok severim ısırgan böreğini. Olsa da yesek; ama ısırganların çıkmasına daha 9 ay var. Höff!

Domates en sevdiğim meyvedir. Efendim? Domatesin meyve olduğunu bilmiyor muydunuz? Canım benim. Öğrendiniz işte canım. Ispanak sebze, domates meyvedir! Domates süper bir meyve. Kesinlikle. Tuz ve kekik ekince üstüne harika oluyor. Belki biraz da pul biber. Pul biber demişken kırmızı biberden hazzetmem. Daha az önce koskoca bir kasa kırmızı biberi doğradım. Belim hayvani şekilde ağrıyor. Bana sadece domates verin bir sene yaşarım. 1 senenin sonunda bir makarna yer sonra tekrar domates yemeye devam ederim. Sınırsız kekik ve tuz da olacak ama!

Kahvesiz yaşayamıyorum. Kahve olmayınca çıldırıyorum. Dönüşüm geçiriyor etrafa dehşet saçıyorum. Geçenlerde gene bitti kahve, babamı doğradım. Sonra bir baktım babam diye doğradığım bahçedeki palmiye ağacıymış. Koştum sarıldım babama özür diledim onu doğradığım için. Üzüldü halime atladı arabaya kahve aldı geldi. Canım babam seviyorum lan adamı. Çok şeker. 78 kuşağı devrimcisi. Kahvelerimi alan. Bazı sabahlar can sıkıcı olsa da veya bilgisayarda fazla kalınca "Error" verse de seviyorum seni baba! Kahve güzel şey abiler. İçin.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Dizüstü Edebiyatı Üzerine.


Kişisel olan politiktir. Üzerine çok şey söylenir. Edebiyat ulvi duygular fırtınasıdır. Duyguların kağıda yansımasıdır. KAĞIDA yansımasıdır, ekrana değil. Edebiyat benim için daktilodur. Dediğim gibi. Kişisel olan politiktir.
Dizüstü Edebiyatı eğer dendiği gibi blog yazılarıysa, karşıyım! Blog yazarı kitap yazamaz mı? Yazabilir. Neden yazamasın; ama bu her blog yazarının kitap yazabileceği anlamına gelmez. Ülkemizde bazı blog yazarlarının bazı köşe yazarlarından daha yetenekli olduğu su götürmez bir gerçek. Bir o kadar yeteneksiz köşe yazarlarıyla aynı yetenekte blog yazarları da var.
Pucca’nın bir blog yazarı olduğu, dizüstü edebiyatı yaptığı ve Uykusuz yaz sayısında yazdığı dışında hiçbir bilgim yok. Eğer kitabı da Uykusuz’daki o ‘iğrenç!’ yazısı gibiyse kalsın. Ben Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin gibi yazarlardan memnunum.
Eğer bir yazar kendine yazar denmesini istiyorsa çağa ayak uydurmanın ötesine geçmeli. Ölü yazarlarla dostluk kurarak çağa ayak uydurmalı. Yani onların tarzıyla çağımızı anlatabilmeli. Benim yeni yakın okuduklarım arasında sadece Barış Bıçakçı bunu başarabilmiştir. Roman açısından canım.
Dizüstü edebiyatı ‘bence’ bunu başaramıyor. Pek muhterem insan (gerçek ismini vermeyeceğim o yüzden) Sam Abla’nın gösterdiği bir ekşi sözlük entry’sinde “Çakal yayın evleri ‘çok farklı bir kitap yaptık, piyasaya yeni bir soluk getirdik’ diyerekten popüler bloggerlarla birleşerek ceplerini dolduruyorlar.” cümlesi geçiyordu. Bence bu adam sonuna kadar HAKLI!
Kıymetli hazirun şimdi size bir hikaye anlatacağım. Ben sıfatları bir kefe gibi düşünürüm. Eğer yazarlık da bir sıfatsa son tahlilde Maksim Gorki ile Dizüstü’cüler aynı kefededir ve bu benim canımı çok fazla sıkar. Döverim.
Ne alakası var diyen de çıkacaktır. Edebiyat şu ana aittir. Bununla birlikte geleceğe ve geçmişe bağlıdır.
Edebiyatta dönemler vardır. Servet-i Fünun, Tanzimat vs. vs. Edebiyatın bu dönemlere girmesinde dönemin siyasi yapısının büyük önemi vardır. Mesela Abdülhamit’in baskıcı döneminde insanlar kendi içlerine yönelmiş, siyasi konulardan uzaklaşmışlardır(Servet-i Fünun)(Burada biraz ara vermek istiyorum değinmek istediğim bir şey var. Hegel’in diyalektiği burada devreye giriyor. Baskıcı dönem Tez, insanların siyasetten uzaklaşması anti-tez. Sonucunda ortaya çıkan dönem ve eserler ise Sentez.). Son tahlilde şu saptama tam yerinde olur: Edebiyatımız, 2. Servet-i Fünun dönemini yaşamaktadır. Yorum size kalmış. Daha fazla açmak istemiyorum.
Dediğim gibi kişisel olan politiktir. Kişisel düşüncemden dolayı yargılamayın.
Tüm sevgimle.