1 Ağustos 2012 Çarşamba

68 Fransa


Once Upon a Time in Paris: May ‘68
Benden daha genç, entelektüel arkadaşlarım bana soruyorlar: “68 niye oldu? Niye bazı ülkelerde oldu da, diğerlerinde, örnekse İngiltere’de olmadı? Öğrenci hareketleri ile işçi hareketleri arasında nasıl bir ilişki var?’’ Naif sorular, çünkü olmayan yanıta koşullanmışlar. Şunu demek istiyorum: Kaos ve karmaşıklık kuramı tarihsel olayları, ancak bir açıklamaları olmadığını savlayabilirse, açıklayabilir. “Brezilya’da bir kelebeğin kanatlanışı Texas’da bir Tornado yaratabilir.” Olayı meydana getiren hiçbir zaman tek bir neden değildir; öngörülemez biçimde birbirine bağlı birçok nedendir. Karmaşıklık kuramı, kaosun keşmekeşinde atraktörlerin ortaya çıkmasına, ne olursa olsun, izin verir. Herşey değişir, ama birşey -bir güç?- kaotik akışımları bir araya getirerek bir değişmez yaratır. O zamanki büyük panayırda, böyle bir değişmez, bir atraktör, oyuncuların çoğunluğunun ruh haliydi. Rastlantıyı dikkate alacaksak, bu ruh hali benimkine uyuyordu. O zamanlar manik bir sarhoşluk hali ile yaşıyordum. Yirmi yaşımda olduğumdan değil, tam tersine. Paul Nizan’ın söylediği gibi: “Yirmi yaşındaydım. Ve kimsenin bunun en güzel yaş olduğunu söylemesine izin veremem.” Acı çekmek için özel nedenlerim vardı, yine de düşlerimin gerçekleşmesinin zirvesinde olabilmek için elimden geleni yapıyordum. 
Düşperest olmamın dehşetli yanı, düşlerimin sıklıkla gerçek olmasıydı. Öğrenimim için Paris’e gitmek ve orada Roland Barthes’ın, Jacques Lacan’ın, Claude Levi-Strauss’ın, Jacques Derrida’nın, Ajuriagerra’nın, Greimas’ın seminerlerine katılmayı düşlemiş olmam gibi. Ve bu o sırada gerçekten yaptığım şeydi. Gençlik naifliğimle birlikte, kavramıştım ki, bu büyük düşünürler –nerdeyse hepsi ile aynı semtte yaşıyordum- zamanın kültürünü tüm dünyada büyük bir güçle etkilemekteydiler. Kendimi dünyanın merkezinde hissediyordum, kendi dünyamın merkezinde hissetmesem de. Bunun için büyük bir bedel ödemiş olsam da, her şey yolundaydı, ne var ki, İtalyan duygusal yaşamım eksikti ve de parasızdım. İyimser bir coşku barındırmayan, düşlere dalmış ve epeyce delice olan ruh halim, 68 gençliğinin çoğundaki ruh haline uyuyordu. ‘Sonunda her şey hareket ediyor’ izlenimini herkes edinmişti.
Gerçi Che Guevara 1967 Ekim’inde Bolivya’da öldürülmüştü. Ama bu kez, 1968’in Ocak’ında Viet-Kong Ted-Offensive gösterileri Amerika’ya gözdağı vermekteydi: “Vietnam serüveni büyük bir başarısızlık olacaktır.” Vietnam savaşına karşı çıkışlar, batı metropollerindeki gençliği bir araya getiriyordu. Bu gençler bir kez daha, büyük güce karşı büyük bir direniş hareketinin içinde olmakla yeniden kendilerini buluyorlardı. Çin kültür devrimi de entelektüellerin bazılarının aklını çelmişti: Bu devrime otoriteye karşı, öncelikle de Komünist Partisine Dadaist’çe bir ret anlamı yüklenmişti. (Sanki bu devrimin delice totaliter yanı hiç görülmüyor gibiydi; Mao’yu kişiliğinde kültleştirmenin bu küçük düşürücü, aptallaştırıcı tutumu, entelektüellerin sürülmesi, zevk almanın ve seksin bastırılması, sanki bütün bunlar hiç görülmüyordu.) Prag Baharı, görünüşe göre Çin devriminin tersine bir sinyal veriyordu ve kurşunlaşmış Sovyet sisteminde yenilikçi dürtülerin olanaklılığını kanıtlıyordu. Daha sonra postmodern olarak nitelendirilecek olan sanat ve edebiyat avangartları ve de düşünürler hücrelerini terk edip, metropolitan çekiciliği ile etkileyen Polonya’ya göç ettiler. ‘Yoksul’ olan hoşa gidiyordu: teatro povera (Grotovski), Arte povera (Celant, Kounellis), Minimalizm. Anarşist Living Theatre’ın sahnelemeleri zamanın ‘alternatifçi’ gençliğini, en çok da İtalya’da büyülüyordu. Ben bu tiyatronun sahneye koyduğu Brecht’in ‘‘Sophokles’in Antigon’u’’ oyununu bir yıl içinde dört kez seyretmiştim. Tam da özlediğimiz biçimde değişmekte olan, kafası dumanlı bir dünya duyumsuyorduk. Ve bize her şey olanaklıymış gibi görünüyordu.
O zamanlar anlamlı bulma cömertliğini göstermemiştik,ama şu da vardı: Altmış sekiz hareketlerini olanca şiddetiyle yaşayan ülkelerin hepsi ekonomik atılım içindeydiler; az çok bugünkü Çin gibi. (Bugünkü Çin gençliğinde de, bizde o zamanlardaki gibi şiddetli bir cezbeye kapılmışlık olduğunu düşünüyorum.) İtaya bir ‘patlama’nın keyfini sürüyordu, De Gaul’ün Fransa’sı gelişmekteydi, Almanya çoktan beri kıtanın ekonomi lokomotifliğini yapıyordu. 68 Mayıs’ının Paris’inde duvarlarda, De Gaul’cülüğün, “Yoksulluğa ve işsizliğe çare rejimi” olduğunu ilan eden afişler vardı. Oysa Fransa’da o zamanlar gerçekte yalnızca birkaç yüz işsiz vardı; bu da ekonomi politik uzmanlarınca tamamen normal bir orandı ve verilere göre tam kapasite bir iş yoğunluğu vardı. Bu arada geçen onlu yıllarda Fransa’da işsiz sayısı üç milyona ulaştı, ama kimse barikatlara koşuşturmayı düşünmüyor. Kısaca, bizim radikal, bütüncül ve koşulsuz protestomuz, bir krizin, bir yoksunluğun, yoksulluğun sonucu ya da umutsuz bir gelecek perspektifi nedeniyle değildi. Tam tersineydi: Avrupa’nın bir bölümünde yaşanan, ekonomi, kültür ve politika alanlarındaki coşkulu ilerlemenin yankılanmasıydı. 68’e karşı olanlar da, bu yılların ‘güzel yıllar’ olduğunu teslim etmekten kaçınmadılar.
Benden daha genç, entelektüel arkadaşlarım bana soruyorlar: “68 niye oldu? Niye bazı ülkelerde oldu da, diğerlerinde, örnekse İngiltere’de olmadı? Öğrenci hareketleri ile işçi hareketleri arasında nasıl bir ilişki var?’’ Naif sorular, çünkü olmayan yanıta koşullanmışlar. Şunu demek istiyorum: Kaos ve karmaşıklık kuramı tarihsel olayları, ancak bir açıklamaları olmadığını savlayabilirse, açıklayabilir. “Brezilya’da bir kelebeğin kanatlanışı Texas’da bir Tornado yaratabilir.” Olayı meydana getiren hiçbir zaman tek bir neden değildir; öngörülemez biçimde birbirine bağlı birçok nedendir. Karmaşıklık kuramı, kaosun keşmekeşinde atraktörlerin ortaya çıkmasına, ne olursa olsun, izin verir. Herşey değişir, ama birşey -bir güç?- kaotik akışımları bir araya getirerek bir değişmez yaratır. O zamanki büyük panayırda, böyle bir değişmez, bir atraktör, oyuncuların çoğunluğunun ruh haliydi. Rastlantıyı dikkate alacaksak, bu ruh hali benimkine uyuyordu. O zamanlar manik bir sarhoşluk hali ile yaşıyordum. Yirmi yaşımda olduğumdan değil, tam tersine. Paul Nizan’ın söylediği gibi: “Yirmi yaşındaydım. Ve kimsenin bunun en güzel yaş olduğunu söylemesine izin veremem.” Acı çekmek için özel nedenlerim vardı, yine de düşlerimin gerçekleşmesinin zirvesinde olabilmek için elimden geleni yapıyordum. 
Düşperest olmamın dehşetli yanı, düşlerimin sıklıkla gerçek olmasıydı. Öğrenimim için Paris’e gitmek ve orada Roland Barthes’ın, Jacques Lacan’ın, Claude Levi-Strauss’ın, Jacques Derrida’nın, Ajuriagerra’nın, Greimas’ın seminerlerine katılmayı düşlemiş olmam gibi. Ve bu o sırada gerçekten yaptığım şeydi. Gençlik naifliğimle birlikte, kavramıştım ki, bu büyük düşünürler –nerdeyse hepsi ile aynı semtte yaşıyordum- zamanın kültürünü tüm dünyada büyük bir güçle etkilemekteydiler. Kendimi dünyanın merkezinde hissediyordum, kendi dünyamın merkezinde hissetmesem de. Bunun için büyük bir bedel ödemiş olsam da, her şey yolundaydı, ne var ki, İtalyan duygusal yaşamım eksikti ve de parasızdım. İyimser bir coşku barındırmayan, düşlere dalmış ve epeyce delice olan ruh halim, 68 gençliğinin çoğundaki ruh haline uyuyordu. ‘Sonunda her şey hareket ediyor’ izlenimini herkes edinmişti.
Gerçi Che Guevara 1967 Ekim’inde Bolivya’da öldürülmüştü. Ama bu kez, 1968’in Ocak’ında Viet-Kong Ted-Offensive gösterileri Amerika’ya gözdağı vermekteydi: “Vietnam serüveni büyük bir başarısızlık olacaktır.” Vietnam savaşına karşı çıkışlar, batı metropollerindeki gençliği bir araya getiriyordu. Bu gençler bir kez daha, büyük güce karşı büyük bir direniş hareketinin içinde olmakla yeniden kendilerini buluyorlardı. Çin kültür devrimi de entelektüellerin bazılarının aklını çelmişti: Bu devrime otoriteye karşı, öncelikle de Komünist Partisine Dadaist’çe bir ret anlamı yüklenmişti. (Sanki bu devrimin delice totaliter yanı hiç görülmüyor gibiydi; Mao’yu kişiliğinde kültleştirmenin bu küçük düşürücü, aptallaştırıcı tutumu, entelektüellerin sürülmesi, zevk almanın ve seksin bastırılması, sanki bütün bunlar hiç görülmüyordu.) Prag Baharı, görünüşe göre Çin devriminin tersine bir sinyal veriyordu ve kurşunlaşmış Sovyet sisteminde yenilikçi dürtülerin olanaklılığını kanıtlıyordu. Daha sonra postmodern olarak nitelendirilecek olan sanat ve edebiyat avangartları ve de düşünürler hücrelerini terk edip, metropolitan çekiciliği ile etkileyen Polonya’ya göç ettiler. ‘Yoksul’ olan hoşa gidiyordu: teatro povera (Grotovski), Arte povera (Celant, Kounellis), Minimalizm. Anarşist Living Theatre’ın sahnelemeleri zamanın ‘alternatifçi’ gençliğini, en çok da İtalya’da büyülüyordu. Ben bu tiyatronun sahneye koyduğu Brecht’in ‘‘Sophokles’in Antigon’u’’ oyununu bir yıl içinde dört kez seyretmiştim. Tam da özlediğimiz biçimde değişmekte olan, kafası dumanlı bir dünya duyumsuyorduk. Ve bize her şey olanaklıymış gibi görünüyordu.
O zamanlar anlamlı bulma cömertliğini göstermemiştik,ama şu da vardı: Altmış sekiz hareketlerini olanca şiddetiyle yaşayan ülkelerin hepsi ekonomik atılım içindeydiler; az çok bugünkü Çin gibi. (Bugünkü Çin gençliğinde de, bizde o zamanlardaki gibi şiddetli bir cezbeye kapılmışlık olduğunu düşünüyorum.) İtaya bir ‘patlama’nın keyfini sürüyordu, De Gaul’ün Fransa’sı gelişmekteydi, Almanya çoktan beri kıtanın ekonomi lokomotifliğini yapıyordu. 68 Mayıs’ının Paris’inde duvarlarda, De Gaul’cülüğün, “Yoksulluğa ve işsizliğe çare rejimi” olduğunu ilan eden afişler vardı. Oysa Fransa’da o zamanlar gerçekte yalnızca birkaç yüz işsiz vardı; bu da ekonomi politik uzmanlarınca tamamen normal bir orandı ve verilere göre tam kapasite bir iş yoğunluğu vardı. Bu arada geçen onlu yıllarda Fransa’da işsiz sayısı üç milyona ulaştı, ama kimse barikatlara koşuşturmayı düşünmüyor. Kısaca, bizim radikal, bütüncül ve koşulsuz protestomuz, bir krizin, bir yoksunluğun, yoksulluğun sonucu ya da umutsuz bir gelecek perspektifi nedeniyle değildi. Tam tersineydi: Avrupa’nın bir bölümünde yaşanan, ekonomi, kültür ve politika alanlarındaki coşkulu ilerlemenin yankılanmasıydı. 68’e karşı olanlar da, bu yılların ‘güzel yıllar’ olduğunu teslim etmekten kaçınmadılar.
Bugün o zamanın kupkuru istatistiklerine baktığımda, o sıralarda algılamamış olduğum bir şeyi açıkça görüyorum: Kendi neslimin tutkularıyla uyum içinde dans etme gereksinimi benliğimi ne çok kaplamış! Bu yıllarda İtalya’da olduğu gibi Fransa’da da üniversitelerde değişiklikler oldu; Üniversite öğrenimini kendileri için hep erişilemez bir ayrıcalık olarak görmüş olan sosyal tabakanın oğulları ve kızları, şimdi üniversitenin onurlu salonuna adım atabiliyorlardı. O zamanın önderleri yüksek öğrenimli sonradan görmeler değildiler; tersine, yüksek öğrenimi olağanlaştırmış ailelerin içinden geliyorlardı. Böylece sosyal sınıfların en üst ve en alt tabakaları arasında bir osmoz oluştu; zaten sağlam bir gelecekleri olduğu için, şimdiye değin bir dayatma olan gelecekten başka bir geleceği düşleyebilenler ile aslında kendilerine yabancı olan ve kutsallığını öfkeyle reddettikleri bir yere giriş olanağını bulanlar arasında.
Benim için Paris o zamanlar dünyanın merkeziydi ve ben bu merkezin merkezinde oturuyordum: İl de la Cite adasında; Notr Dame ile Polis Başkanlığının barışık olarak karşı karşıya durduğu yerde. Ben, yoksul Napoli’den doğrudan buraya gelmiş beş parasız öğrenci, 1968 Paris’inin en baştan çıkarıcı ve şık köşelerinden birinde, Cite’nin Dauphin meydanında, başımı sokacak küçük bir daire bulmuştum. Üç köşeli, sanat galerileri ve küçük kafelerin eklemlenmesiyle zenginleşmiş, Paris’in en eski ve ünlü köprüsü, Pont Neuf’e yüzünü dönmüş bir meydancık.
Picasso bu küçük meydanda epeyce dolanmıştı ve evimin yanındaki Katalan restoranı ünüyle bayram şenliği yaşıyordu. İki oda ve minicik bir mutfaktan oluşan evim, gerçekte bir fare deliğiydi; banyosu yoktu ve tuvaleti merdiven sahanlığındaydı; Eski Paris’te böyle birçok ev vardı. İyi ki, banyolu bir evi olan bir sevgilim vardı. Kentin bu lüks kesiminde, henüz, yoksul birçok insan da yaşıyordu. Pırıltının ve yoksulluğun bugün için düşünülemeyecek bir karışımı. Benim  evim, bugün hak ettiği biçimde restorasyondan geçirilip birkaç bin avro karşılığında kiraya verilmiştir, büyük bir olasılıkla. O zamanın Paris’inde sosyal katmanlar henüz karışıktı. Sınıf çatışmasının sözü çok ediliyor da olsa, sınıflar birbirleriyle merdivenlerde, sahanlıklarda karşılaşıyorlar ve dirsekleriyle birbirlerine çarpıyorlardı. ’Miseria e nobilta’ (’Yoksulluk ve asalet’), ünlü bir Napoliten oyununun adıdır bu. Hem aristokrat, hem de plebyen (avam, aşağı halk tabakasından) olan Napoli’nin bir çocuğu olarak, bu iki ekstremin birbirine geçişmesini Paris’te yeniden bulmuştum.
Ayaklanmış öğrenciler olan bizler, amfibi benzeri iki yaşamlıydık; yarı ayrıcalıklı, yarı ölümüne aç. Sorbonne’da öğrenim görmek ve kantinin ucuz yemeğini yemek, ayrıcalıkla taçlanmış bohemin havalı tarzıydı. Bohem yoksulluğu; bu tekinsiz bir uçurum kenarındaki alacakaranlık kuşağı, bizim imrenerek baktığımız yaratıcı mesleklerin parıltısı ile mutlak ve sürekli bir yoksulluğun şiddetli hüznünü birbirinden ayırıyordu. İçimizden birçoğu böyle lüks bir yoksulluktan tad alarak kendimizden geçiyorduk, ip üzerinde dengesini bulmaya çalışarak ilerleyen ip cambazlarıydık, ve arasıra birimizin başı dönerdi!
O sıralarda Cite adasında oturuyor olmam, bana sorun getirmiyor değildi. Geceleri Quartier Latin’deki bir toplantıdan ya da restorandan dönerken,eve nasıl gideceğimi bilemezdim. Polis bütün Quartier’i çepeçevre sarmış, diğer deyişiyle kıskaç altına almış olurdu. Giriş çıkış yalnızca metro ile mümkün olurdu, o da belli bir saatten sonra çalışmazdı. Yani nehrin diğer yakasındaki adama gidebilmek için, yayan ,batıya, sol yakadaki polis kordonunun sonuna kadar yürümek ve sonra da  Sein’in sağ yakasından ters yolu alarak, geri dönmek zorunda kalırdım. Bu Mayıs geceleri büyüleyici güzellikteydi! Bir yanda  bozuk fenerleri yüzünden karanlık, barut ve göz yaşartıcı gaz kokularının, polis sirenleri ve çığlıkların her yanını sardığı, delik deşik asfaltlı caddeleriyle Quartier Latin; diğer yanda, o her zamanki majestetik görkemi ve huzuruyla, ışıkları suya yansıyan bu kent. Bir yanda gençliğimin ateşi, diğer yanda çok görmüş geçirmiş olan bu kentin serin huzuru. Yorgun ve mutlu, bu gürültülü olaylar ile şeylerin bütün aldırmazlıklarıyla süre gidişinin göz kamaştırıcı zıtlığının zevkine varıyordum.
Paris değişiyor! Oysa melankolimde 
Hiçbir kımıldama yok! yeni saraylar, iskeleler, bloklar, 
Eski varoşlar, hepsi bence bir alegoriye dönüşmekte,
Ve benim sevgili anılarım kayalardan bile ağır.
Charles Baudelaire
Paris’in prestijini tanıyanlar, o zamanlarda yalnızca İtalyanlar değildi. (Ne var ki bugün ancak, o günlerden arta kalan bir prestijden söz edilebilir İtalya’da.) Henüz Fransız kültürü Anglo-Amerikan hegemonya tarafından köşeye sıkıştırılmamıştı. Paris’in değeri, yalnızca modanın, mutfağın ve parfümün bir dünya başkenti olmasından gelmiyordu; o aynı zamanda bir kültür süper-gücüydü. İtalya’da bir yabancı dil edinmek isteyen orta sınıftan bir kimse Fransızca’yı seçerdi. Annem Napoli’deki arkadaşlarına sevinçle şöyle derdi: “Oğlum dünyanın başkentinde okuyor.” Londra’nın ve Amsterdam’ın, her yerden daha fazla, alternatif gençlik kültürünü -Beatnik’ler, Hippi’ler, Provo’lar, uzun saçlılar v.b.- kendilerine çektikleri doğruydu. Yine de Paris, genç, yaşlı herkes için ‘öteki yüksek kültür’ü simgeleyen bir haç yeriydi.
Fransa, birçok naif entelektüelin inandığından farklı olarak, kendi kitle kültürünü satmaktaydı. Bununla birlikte, bu o zaman için iyiydi; Çünkü bu kültür yüksek eğitimli elitleri de canlandırıyordu; kültür endüstrisi tek yanlı olmayıp, yetkinlikte ve nitelikte maksimumu dışlamıyordu, tersine bunu da içeriyordu.
Fransa o sırada bütün dünyaya Claude Levi-Strauss’un antropolojisini, Roland Bartes’ın eleştirel denemelerini, çizgi roman Asteriks’i, Gainsbourg ve Becaud’nun şansonlarını, Michel Foucaults’nun ‘Delilik ve Toplum’unu, Claude Lelouch filmlerini, Godards’ın sinemasını, Zizi Jeanmaires’nin bacaklarını, ‘Tel Quel’ dergisini, Françoise Hardy’nin şarkılarını, Lacan psikanalizini ve Louis de Funes’li filmleri v.b. ihraç ediyordu.
Bugün Fransa artık kitle kültürü ihraç etmiyor, Carla Bruni’yi saymazsak demek lazım, belki. Paris kültürü de, ne yazık ki, bir zamanlar olduğu şey değil. O zaman Paris’te yaşamak benim için, zayıf bedenli, soluk yüzlü, geleceği şekillendirmek hırsıyla dolu gençlerden biri olarak, yıldızlar çemberinin merkezinde bir yaşamda olmak demekti, ve ben de, Sokrates zamanında yaşayan genç Alkibiades’in hissetmiş olabileceği şeyi hissediyordum.
Fransızlar o zaman, bugünkünden daha az burnu havadaydılar ve bu yüzden de ürettikleri düşünceler, hepimizi etkileyen düşünceler olabiliyordu. Paris insan bilimleri alanında, -sosyoloji, psikanaliz, yazın, antropoloji, edebiyat eleştirisi- en öndeki yerini yetmişli yıllar boyunca da korudu. Aynı şey ‘sol’ için de geçerliydi. Protesto kültürünün gurularının çoğu, Sartre, Russell, Foucaults, Fortini, Adorno, Marcuse, Enzensberger, Coletti gibi, Avrupalıydılar. Bugün guruların hepsi, Noam Chomsky, Jeremy Rifkin, Naomi Klein, Joseph Stiglitz gibi, Amerikalılar. Bugün biz Amerika’yı, Amerikalıların bize benimsettiği kavramlar ve sözlerle eleştiriyoruz.
Birçoğumuzun, eskiden olduğu gibi, bugün de Fransa’ya karşı belli bir sevgi beslemesinin nedeni, bu ülkenin kendi tarihinde kurallar yerine, iç açıcı ayrıklıklar üretmesiydi. Bugün ‘Fransız ayrıklığı’ndan söz ediyor olmamız rastlantı değil. Fransız Devrimi de ayrık olarak kaldı, kurallaşmadı. (Bütün bir 19.Yüzyıl boyunca Fransa bir dizi devrim ve karşı devrim yaşamış bir ülke olmakla bir istikrar örneği değildir.) Kuralları hep Anglo-Amerikan ülkeler koydular ve koyuyorlar; uzun süreli politik ve kültürel güç kazandıran şey de kuralların istikrarıdır.
Bu yüzden bugün bazı solcular ‘Fransız solu’nu öne çıkarıyorlar. Bununla asıl istenen sosyalizmin bir ayrıklık olmasıdır, kural değil. Kısa süreli hüküm sürmüş olan Paris Komünü’nün aydınlık bir yüzü vardı, buna karşılık yetmiş yıllık Sovyet sosyalizmi nefret uyandırıyordu. Bir devrimden bir rejim doğacaksa, ‘Dionisos’cu’ devrimciler, ki bunlar çoğunlukla entelektüellerdi, Majakovski’nin melankolik yolunu tutturmayı seçerlerdi. Birçok solcu, hep olduğu gibi, sosyalizm oyunsu bir kutlama olsun, bu yüzden de ‘Fransız solu’ olarak kalsın istiyordu. Ama hiçbir güzel oyun fazla dayanamaz. Beni sonraları 68’den uzaklaştıran da bu olmuştur; Kutlama güzeldi, ama yaşam, ‘helas’, bu kutlamanın sonsuzca süregitmesi değildi. Biz hiç bitmesin istiyorduk. Ama bir sonu vardı ve ayrıca her şey elbette bir gün biterdi: devrim, aşk, gençlik ve umut, her şey.
Mayıs geldiğinde hiç şaşırmamıştım. Kudüs yolundaki Paulus’un bir yıldırım çarpmasıyla uğradığı dinsel aydınlanmaya benzer biçimde, birçok ülkede birçok genç aynı anda devrimciliği inanç edindiler. Gerçi ben yıllardır aktivist solcuydum —Güney İtalya’da gençler politikaya ve sekse erken yaşta başlarlar— ve kendimi Troçkist olarak görüyordum. İtalya’da Arjantin kökenli Troçkist bir hareketin, en acil ve en gerekli diye adlandırılan programında çalışan kitlenin genel grevine yer veren ‘Dördüncü Enternasyonal’in bir üyesiydim. Taşkın düşperestlerin duygulu çetesi olarak görülen gurubumun programı, ‘Fransız Mayısı’nda harfi harfine gerçek oldu. ‘’Gerçeği bırak, düşünü al’’ benim için içi boşalmış bir slogandı; o aylar öylesine inanılmazdı ki, düş zaten gerçek olmuştu. Altmış-yetmiş yaşlarında olan dostlar geriye baktıklarında, bu zamanı yaşamlarının en heyecanlı dönemi olarak nitelendirirler; çünkü onlar çılgınlık tasarımlarımızın gerçekleşebileceğine tanık olmuş, bu nerdeyse ürkütücü denebilecek, rahatsız edici deneyimi yaşamışlardır.
Ben daha ’68den önce de bir Altmışsekizli gibi yaşıyordum. Örnekse, sokakta yoksul giyimli bir gence rastladığımda, onu hiç tanımaksızın alır, hemen eve götürürdüm. Onu gerekirse yatağımda bile yatırırdım. Oturduğum bu perişan evde böyle bir misafir, bir keresinde, bana uyuz bulaştırmıştı ve çok utanmıştım. ’68 Yazında İtalya’ya geldiğimde, yeni yaşayış çizgimi kanıtlamak için cesurca bir karar aldım: Napoli’deki (o zamandan beri serseri gençliğin Mekke’sidir) küçük teras katı dairemin kapısı kilitlenmeyecekti. Sonuç, benim için değerli daktilomun ve Brezilyalı kız arkadaşımın dialarının anında yok olması olmuştu. Böylece ‘yaşam biçimi’nin devrimini daha iyi zamanlara ertelemiştim.
Ne kadar da naifmişim o zamanlar! Genç olduğumdan ya da Marksist olduğumdan mı? Belki de her iki nedenden birden. (Bugün bile hala, olgun yaşlarında olan bir Marksist ile karşılaşırsam, onu yaşlanmayacak olanlardan biri olarak algılarım: Benim için sosyalizm bir gençlik coşkunluğudur, komünistler sonsuza değin öğrencidirler) Freud’un kitaplarını yutmuştum, yine de gündelik yaşamda bütünüyle şiirsel düşünüyordum, iç güdüler kuramının düzyazı metnini kavrayamazdım. Altmışsekizli arkadaşlarımdan birinin, politikayla hiç ilgisi olmayan Alman bir kızla beraberliği vardı. Arkadaşım kızı devrimci coşku inancına geçirmeye çalışıyordu. Sonuç, bu güzel kızın bir hafta sonra bir Che Guevara posterini duvarına raptiyelemesi oldu. Arkadaşım yine de hiç hoşnut görünmüyordu; onca yoğun çabayla eriştiği bu inanç değiştirmece işinde yolunda olmayan bir şey vardı. Bu olay bugün olsaydı arkadaşımın tepkisini hemen kolayca anlayabilirdim; bu gençkız arkadaşını hoşnut kılmayı istiyordu, ama bununla kalmayıp, aynı zamanda duvarındakinin seksi bir simge olmasını da istiyordu. Eğer bugün hala gençlerin duvarlarına, o zamanın kahramanları olan Ho Chi Minh’in, Castro’nun, Mao’nun, Russel’ın ya da Sartre’ın resimleri değil de, hep Che Guevara’nın resimleri yeğlenerek asılıyorsa, bunun nedeni, onun güzel olmasıdır. O zamanlar bilinçaltı dürtüleri üzerine pek çok konuşuyordum, ama bilinçli cinselliğin öncülü gözümden kaçmıştı.
Psikoloji bölümünün birinci yarıyılında okuyan bir öğrenci olarak hazırdım, ısrarlı çağrılara hiç gerek kalmamıştı; Quartier Latin’deki ilk barışçıl gösteriye ben de katıldım. Mayıs’ın ilk günlerinde gösterilerin, nasıl sürekli şehir gerillası savaşlarına dönüştüğünü gördükten sonra, gösterilerden uzak durmayı ve bir gözlemcinin, bir tanığın etik duruşuyla yetinmeyi seçtim. 7 Mayıs gecesi St.Michel bulvarından eve dönüş yolunda, caddeyi geçerken bir CRS birliği (ç.n:Fransız polisinin sokak eylemlerinde görevlendirilen kolu) beni tutukladı ve içinde birçok gencin bulunduğu bir hücreye attı. Gençlerin arasında yaralılar da vardı. Daha sonra yüzlerce tutuklunun bulunduğu bir kışlaya getirildik. Az ışıklandırılmış, bomboş, çok büyük bir kapalı alana hepimizi itiştiriyorlardı. Korkmaya başlamıştım. Neler olabileceğini resmediyordum: Beş yıl sonra, 1973 Eylül’ünde, Santiago’da Pinochets’nin devrilmesinin ardından olacak olanlara benzer bir tabloyu kurguluyordum. Bunlar burada, Paris’te olabilirdi; bizi buradan teker teker çıkarıp vurabilirlerdi. Bunun yerine bizi teker teker bir avluya çıkardılar, her türlü tekme, yumruk ve sopa dayağı darbeleriyle dövdüler ve küfürler savurdular. Bir porsiyon dayağı da, kaçmaya çalıştığımız koridorlarda yedik. Ardından yatışmış, kibirli polislerin önünde oturtulduk. Kimliklerimiz alındı, kaldırım taşı fırlatanları saptamak için ellerimiz kontrol edildi.
Sonunda Fransız vatandaşı olmayan altmış kişiyle birlikte büyükçe bir kafese kilitlenmiştim. Buradakilerin çoğu rasgele tutuklandıklarını söylüyorlardı. Bu yabancılardan biri, Quartier’de bir restoranda akşam yemeğini yerken, bir polis birliğinin içeriye daldığını ve bütün müşterileri tutukladığını anlattı. Bunu dinlerken kavradığım şeyi, 2001 Haziran’ında Cenova’da toplanan G8’e karşı protesto gösterisine katılan genç arkadaşlarıma açıklayacaktım: Polise, eyleme müdahale sırasında herhangi bir zamanda, önceden belirli bir sayıdaki kişiyi tutuklama emri gelir. Bu düşük maaşlı zavallı şeytanlar, şiddet eylemlerinde bulunan göstericilerin yolundan çekilip, hiç bir direnç gösteremeyen, belki de gösterici görüntüsü bile vermeyen, yalnızca yoldan geçmekte olan şanssızlara çullanırlar. Birçok ülkenin asayiş güçlerinde öfkeli bir korkaklıktan kaynaklanan bu tür davranış biçimi tipikleşmiştir.
2001 Haziran’ında Cenova’da bu apaçık görüldü: polis, bir okul binasında gecelemekte olan yüzlerce genci tutuklayıp Bolzaneto kışlasına götürdü. Burada bu geçler adamakıllı aşağılandılar ve kötü davranış gördüler. Polisler duruşmaya çıkarıldılar; duruşmadan haklarında beraat kararı çıktı.
Geceyi tutukevinde geçirdim. Sabah serbest bırakıldık. O geceki tutukluluğumda klostrofobimi keşfettim. Daha önce hiç tutuklu olmamıştım ve ne zaman bırakılacağımızı bilmiyorduk. Belki de bırakılmayacaktık! Bu hıncahınç dolu kafeste kaç saat, kaç gün geçirecektim? Görevliye seslendim ve zorlukla konuşuyormuş gibi yaparak kalp hastası olduğumu söyledim. Aslan yelesini andıran uzun, kabarık saçlarım, karaya vurmuş balık gibi görünmeme engel olamadı. Görevli kalbinin yumuşamasına karşı koymadı ve beni başka bir boş hücreye aldı, kapıyı da açık bıraktı. Ne zaman uçakla yolculuk edecek olsam, uçağa girmeden önce klostrofobi krizine yakalanırım: ‘’bu delikte oturmaya dayanabilecek miyim?’’ sorusuna Paris’te tutukevindeki krizin anısı eşlik eder.
Ertesi gün Le Monde’a bir mektup yazdım, başıma gelenleri anlatıp, olanları kınadığımı bildirdim. Bu günlük gazete mektubumu basmadı. Ama benzer öykülere ve haberlere yer veren başka gazeteler bastılar. Benden yirmi yaş kadar büyük  
Bugün o zamanın kupkuru istatistiklerine baktığımda, o sıralarda algılamamış olduğum bir şeyi açıkça görüyorum: Kendi neslimin tutkularıyla uyum içinde dans etme gereksinimi benliğimi ne çok kaplamış! Bu yıllarda İtalya’da olduğu gibi Fransa’da da üniversitelerde değişiklikler oldu; Üniversite öğrenimini kendileri için hep erişilemez bir ayrıcalık olarak görmüş olan sosyal tabakanın oğulları ve kızları, şimdi üniversitenin onurlu salonuna adım atabiliyorlardı. O zamanın önderleri yüksek öğrenimli sonradan görmeler değildiler; tersine, yüksek öğrenimi olağanlaştırmış ailelerin içinden geliyorlardı. Böylece sosyal sınıfların en üst ve en alt tabakaları arasında bir osmoz oluştu; zaten sağlam bir gelecekleri olduğu için, şimdiye değin bir dayatma olan gelecekten başka bir geleceği düşleyebilenler ile aslında kendilerine yabancı olan ve kutsallığını öfkeyle reddettikleri bir yere giriş olanağını bulanlar arasında.
Benim için Paris o zamanlar dünyanın merkeziydi ve ben bu merkezin merkezinde oturuyordum: İl de la Cite adasında; Notr Dame ile Polis Başkanlığının barışık olarak karşı karşıya durduğu yerde. Ben, yoksul Napoli’den doğrudan buraya gelmiş beş parasız öğrenci, 1968 Paris’inin en baştan çıkarıcı ve şık köşelerinden birinde, Cite’nin Dauphin meydanında, başımı sokacak küçük bir daire bulmuştum. Üç köşeli, sanat galerileri ve küçük kafelerin eklemlenmesiyle zenginleşmiş, Paris’in en eski ve ünlü köprüsü, Pont Neuf’e yüzünü dönmüş bir meydancık.
Picasso bu küçük meydanda epeyce dolanmıştı ve evimin yanındaki Katalan restoranı ünüyle bayram şenliği yaşıyordu. İki oda ve minicik bir mutfaktan oluşan evim, gerçekte bir fare deliğiydi; banyosu yoktu ve tuvaleti merdiven sahanlığındaydı; Eski Paris’te böyle birçok ev vardı. İyi ki, banyolu bir evi olan bir sevgilim vardı. Kentin bu lüks kesiminde, henüz, yoksul birçok insan da yaşıyordu. Pırıltının ve yoksulluğun bugün için düşünülemeyecek bir karışımı. Benim  evim, bugün hak ettiği biçimde restorasyondan geçirilip birkaç bin avro karşılığında kiraya verilmiştir, büyük bir olasılıkla. O zamanın Paris’inde sosyal katmanlar henüz karışıktı. Sınıf çatışmasının sözü çok ediliyor da olsa, sınıflar birbirleriyle merdivenlerde, sahanlıklarda karşılaşıyorlar ve dirsekleriyle birbirlerine çarpıyorlardı. ’Miseria e nobilta’ (’Yoksulluk ve asalet’), ünlü bir Napoliten oyununun adıdır bu. Hem aristokrat, hem de plebyen (avam, aşağı halk tabakasından) olan Napoli’nin bir çocuğu olarak, bu iki ekstremin birbirine geçişmesini Paris’te yeniden bulmuştum.
Ayaklanmış öğrenciler olan bizler, amfibi benzeri iki yaşamlıydık; yarı ayrıcalıklı, yarı ölümüne aç. Sorbonne’da öğrenim görmek ve kantinin ucuz yemeğini yemek, ayrıcalıkla taçlanmış bohemin havalı tarzıydı. Bohem yoksulluğu; bu tekinsiz bir uçurum kenarındaki alacakaranlık kuşağı, bizim imrenerek baktığımız yaratıcı mesleklerin parıltısı ile mutlak ve sürekli bir yoksulluğun şiddetli hüznünü birbirinden ayırıyordu. İçimizden birçoğu böyle lüks bir yoksulluktan tad alarak kendimizden geçiyorduk, ip üzerinde dengesini bulmaya çalışarak ilerleyen ip cambazlarıydık, ve arasıra birimizin başı dönerdi!
O sıralarda Cite adasında oturuyor olmam, bana sorun getirmiyor değildi. Geceleri Quartier Latin’deki bir toplantıdan ya da restorandan dönerken,eve nasıl gideceğimi bilemezdim. Polis bütün Quartier’i çepeçevre sarmış, diğer deyişiyle kıskaç altına almış olurdu. Giriş çıkış yalnızca metro ile mümkün olurdu, o da belli bir saatten sonra çalışmazdı. Yani nehrin diğer yakasındaki adama gidebilmek için, yayan ,batıya, sol yakadaki polis kordonunun sonuna kadar yürümek ve sonra da  Sein’in sağ yakasından ters yolu alarak, geri dönmek zorunda kalırdım. Bu Mayıs geceleri büyüleyici güzellikteydi! Bir yanda  bozuk fenerleri yüzünden karanlık, barut ve göz yaşartıcı gaz kokularının, polis sirenleri ve çığlıkların her yanını sardığı, delik deşik asfaltlı caddeleriyle Quartier Latin; diğer yanda, o her zamanki majestetik görkemi ve huzuruyla, ışıkları suya yansıyan bu kent. Bir yanda gençliğimin ateşi, diğer yanda çok görmüş geçirmiş olan bu kentin serin huzuru. Yorgun ve mutlu, bu gürültülü olaylar ile şeylerin bütün aldırmazlıklarıyla süre gidişinin göz kamaştırıcı zıtlığının zevkine varıyordum.
Paris değişiyor! Oysa melankolimde 
Hiçbir kımıldama yok! yeni saraylar, iskeleler, bloklar, 
Eski varoşlar, hepsi bence bir alegoriye dönüşmekte,
Ve benim sevgili anılarım kayalardan bile ağır.
Charles Baudelaire
Paris’in prestijini tanıyanlar, o zamanlarda yalnızca İtalyanlar değildi. (Ne var ki bugün ancak, o günlerden arta kalan bir prestijden söz edilebilir İtalya’da.) Henüz Fransız kültürü Anglo-Amerikan hegemonya tarafından köşeye sıkıştırılmamıştı. Paris’in değeri, yalnızca modanın, mutfağın ve parfümün bir dünya başkenti olmasından gelmiyordu; o aynı zamanda bir kültür süper-gücüydü. İtalya’da bir yabancı dil edinmek isteyen orta sınıftan bir kimse Fransızca’yı seçerdi. Annem Napoli’deki arkadaşlarına sevinçle şöyle derdi: “Oğlum dünyanın başkentinde okuyor.” Londra’nın ve Amsterdam’ın, her yerden daha fazla, alternatif gençlik kültürünü -Beatnik’ler, Hippi’ler, Provo’lar, uzun saçlılar v.b.- kendilerine çektikleri doğruydu. Yine de Paris, genç, yaşlı herkes için ‘öteki yüksek kültür’ü simgeleyen bir haç yeriydi.
Fransa, birçok naif entelektüelin inandığından farklı olarak, kendi kitle kültürünü satmaktaydı. Bununla birlikte, bu o zaman için iyiydi; Çünkü bu kültür yüksek eğitimli elitleri de canlandırıyordu; kültür endüstrisi tek yanlı olmayıp, yetkinlikte ve nitelikte maksimumu dışlamıyordu, tersine bunu da içeriyordu.
Fransa o sırada bütün dünyaya Claude Levi-Strauss’un antropolojisini, Roland Bartes’ın eleştirel denemelerini, çizgi roman Asteriks’i, Gainsbourg ve Becaud’nun şansonlarını, Michel Foucaults’nun ‘Delilik ve Toplum’unu, Claude Lelouch filmlerini, Godards’ın sinemasını, Zizi Jeanmaires’nin bacaklarını, ‘Tel Quel’ dergisini, Françoise Hardy’nin şarkılarını, Lacan psikanalizini ve Louis de Funes’li filmleri v.b. ihraç ediyordu.
Bugün Fransa artık kitle kültürü ihraç etmiyor, Carla Bruni’yi saymazsak demek lazım, belki. Paris kültürü de, ne yazık ki, bir zamanlar olduğu şey değil. O zaman Paris’te yaşamak benim için, zayıf bedenli, soluk yüzlü, geleceği şekillendirmek hırsıyla dolu gençlerden biri olarak, yıldızlar çemberinin merkezinde bir yaşamda olmak demekti, ve ben de, Sokrates zamanında yaşayan genç Alkibiades’in hissetmiş olabileceği şeyi hissediyordum.
Fransızlar o zaman, bugünkünden daha az burnu havadaydılar ve bu yüzden de ürettikleri düşünceler, hepimizi etkileyen düşünceler olabiliyordu. Paris insan bilimleri alanında, -sosyoloji, psikanaliz, yazın, antropoloji, edebiyat eleştirisi- en öndeki yerini yetmişli yıllar boyunca da korudu. Aynı şey ‘sol’ için de geçerliydi. Protesto kültürünün gurularının çoğu, Sartre, Russell, Foucaults, Fortini, Adorno, Marcuse, Enzensberger, Coletti gibi, Avrupalıydılar. Bugün guruların hepsi, Noam Chomsky, Jeremy Rifkin, Naomi Klein, Joseph Stiglitz gibi, Amerikalılar. Bugün biz Amerika’yı, Amerikalıların bize benimsettiği kavramlar ve sözlerle eleştiriyoruz.
Birçoğumuzun, eskiden olduğu gibi, bugün de Fransa’ya karşı belli bir sevgi beslemesinin nedeni, bu ülkenin kendi tarihinde kurallar yerine, iç açıcı ayrıklıklar üretmesiydi. Bugün ‘Fransız ayrıklığı’ndan söz ediyor olmamız rastlantı değil. Fransız Devrimi de ayrık olarak kaldı, kurallaşmadı. (Bütün bir 19.Yüzyıl boyunca Fransa bir dizi devrim ve karşı devrim yaşamış bir ülke olmakla bir istikrar örneği değildir.) Kuralları hep Anglo-Amerikan ülkeler koydular ve koyuyorlar; uzun süreli politik ve kültürel güç kazandıran şey de kuralların istikrarıdır.
Bu yüzden bugün bazı solcular ‘Fransız solu’nu öne çıkarıyorlar. Bununla asıl istenen sosyalizmin bir ayrıklık olmasıdır, kural değil. Kısa süreli hüküm sürmüş olan Paris Komünü’nün aydınlık bir yüzü vardı, buna karşılık yetmiş yıllık Sovyet sosyalizmi nefret uyandırıyordu. Bir devrimden bir rejim doğacaksa, ‘Dionisos’cu’ devrimciler, ki bunlar çoğunlukla entelektüellerdi, Majakovski’nin melankolik yolunu tutturmayı seçerlerdi. Birçok solcu, hep olduğu gibi, sosyalizm oyunsu bir kutlama olsun, bu yüzden de ‘Fransız solu’ olarak kalsın istiyordu. Ama hiçbir güzel oyun fazla dayanamaz. Beni sonraları 68’den uzaklaştıran da bu olmuştur; Kutlama güzeldi, ama yaşam, ‘helas’, bu kutlamanın sonsuzca süregitmesi değildi. Biz hiç bitmesin istiyorduk. Ama bir sonu vardı ve ayrıca her şey elbette bir gün biterdi: devrim, aşk, gençlik ve umut, her şey.
Mayıs geldiğinde hiç şaşırmamıştım. Kudüs yolundaki Paulus’un bir yıldırım çarpmasıyla uğradığı dinsel aydınlanmaya benzer biçimde, birçok ülkede birçok genç aynı anda devrimciliği inanç edindiler. Gerçi ben yıllardır aktivist solcuydum —Güney İtalya’da gençler politikaya ve sekse erken yaşta başlarlar— ve kendimi Troçkist olarak görüyordum. İtalya’da Arjantin kökenli Troçkist bir hareketin, en acil ve en gerekli diye adlandırılan programında çalışan kitlenin genel grevine yer veren ‘Dördüncü Enternasyonal’in bir üyesiydim. Taşkın düşperestlerin duygulu çetesi olarak görülen gurubumun programı, ‘Fransız Mayısı’nda harfi harfine gerçek oldu. ‘’Gerçeği bırak, düşünü al’’ benim için içi boşalmış bir slogandı; o aylar öylesine inanılmazdı ki, düş zaten gerçek olmuştu. Altmış-yetmiş yaşlarında olan dostlar geriye baktıklarında, bu zamanı yaşamlarının en heyecanlı dönemi olarak nitelendirirler; çünkü onlar çılgınlık tasarımlarımızın gerçekleşebileceğine tanık olmuş, bu nerdeyse ürkütücü denebilecek, rahatsız edici deneyimi yaşamışlardır.
Ben daha ’68den önce de bir Altmışsekizli gibi yaşıyordum. Örnekse, sokakta yoksul giyimli bir gence rastladığımda, onu hiç tanımaksızın alır, hemen eve götürürdüm. Onu gerekirse yatağımda bile yatırırdım. Oturduğum bu perişan evde böyle bir misafir, bir keresinde, bana uyuz bulaştırmıştı ve çok utanmıştım. ’68 Yazında İtalya’ya geldiğimde, yeni yaşayış çizgimi kanıtlamak için cesurca bir karar aldım: Napoli’deki (o zamandan beri serseri gençliğin Mekke’sidir) küçük teras katı dairemin kapısı kilitlenmeyecekti. Sonuç, benim için değerli daktilomun ve Brezilyalı kız arkadaşımın dialarının anında yok olması olmuştu. Böylece ‘yaşam biçimi’nin devrimini daha iyi zamanlara ertelemiştim.
Ne kadar da naifmişim o zamanlar! Genç olduğumdan ya da Marksist olduğumdan mı? Belki de her iki nedenden birden. (Bugün bile hala, olgun yaşlarında olan bir Marksist ile karşılaşırsam, onu yaşlanmayacak olanlardan biri olarak algılarım: Benim için sosyalizm bir gençlik coşkunluğudur, komünistler sonsuza değin öğrencidirler) Freud’un kitaplarını yutmuştum, yine de gündelik yaşamda bütünüyle şiirsel düşünüyordum, iç güdüler kuramının düzyazı metnini kavrayamazdım. Altmışsekizli arkadaşlarımdan birinin, politikayla hiç ilgisi olmayan Alman bir kızla beraberliği vardı. Arkadaşım kızı devrimci coşku inancına geçirmeye çalışıyordu. Sonuç, bu güzel kızın bir hafta sonra bir Che Guevara posterini duvarına raptiyelemesi oldu. Arkadaşım yine de hiç hoşnut görünmüyordu; onca yoğun çabayla eriştiği bu inanç değiştirmece işinde yolunda olmayan bir şey vardı. Bu olay bugün olsaydı arkadaşımın tepkisini hemen kolayca anlayabilirdim; bu gençkız arkadaşını hoşnut kılmayı istiyordu, ama bununla kalmayıp, aynı zamanda duvarındakinin seksi bir simge olmasını da istiyordu. Eğer bugün hala gençlerin duvarlarına, o zamanın kahramanları olan Ho Chi Minh’in, Castro’nun, Mao’nun, Russel’ın ya da Sartre’ın resimleri değil de, hep Che Guevara’nın resimleri yeğlenerek asılıyorsa, bunun nedeni, onun güzel olmasıdır. O zamanlar bilinçaltı dürtüleri üzerine pek çok konuşuyordum, ama bilinçli cinselliğin öncülü gözümden kaçmıştı.
Psikoloji bölümünün birinci yarıyılında okuyan bir öğrenci olarak hazırdım, ısrarlı çağrılara hiç gerek kalmamıştı; Quartier Latin’deki ilk barışçıl gösteriye ben de katıldım. Mayıs’ın ilk günlerinde gösterilerin, nasıl sürekli şehir gerillası savaşlarına dönüştüğünü gördükten sonra, gösterilerden uzak durmayı ve bir gözlemcinin, bir tanığın etik duruşuyla yetinmeyi seçtim. 7 Mayıs gecesi St.Michel bulvarından eve dönüş yolunda, caddeyi geçerken bir CRS birliği (ç.n:Fransız polisinin sokak eylemlerinde görevlendirilen kolu) beni tutukladı ve içinde birçok gencin bulunduğu bir hücreye attı. Gençlerin arasında yaralılar da vardı. Daha sonra yüzlerce tutuklunun bulunduğu bir kışlaya getirildik. Az ışıklandırılmış, bomboş, çok büyük bir kapalı alana hepimizi itiştiriyorlardı. Korkmaya başlamıştım. Neler olabileceğini resmediyordum: Beş yıl sonra, 1973 Eylül’ünde, Santiago’da Pinochets’nin devrilmesinin ardından olacak olanlara benzer bir tabloyu kurguluyordum. Bunlar burada, Paris’te olabilirdi; bizi buradan teker teker çıkarıp vurabilirlerdi. Bunun yerine bizi teker teker bir avluya çıkardılar, her türlü tekme, yumruk ve sopa dayağı darbeleriyle dövdüler ve küfürler savurdular. Bir porsiyon dayağı da, kaçmaya çalıştığımız koridorlarda yedik. Ardından yatışmış, kibirli polislerin önünde oturtulduk. Kimliklerimiz alındı, kaldırım taşı fırlatanları saptamak için ellerimiz kontrol edildi.
Sonunda Fransız vatandaşı olmayan altmış kişiyle birlikte büyükçe bir kafese kilitlenmiştim. Buradakilerin çoğu rasgele tutuklandıklarını söylüyorlardı. Bu yabancılardan biri, Quartier’de bir restoranda akşam yemeğini yerken, bir polis birliğinin içeriye daldığını ve bütün müşterileri tutukladığını anlattı. Bunu dinlerken kavradığım şeyi, 2001 Haziran’ında Cenova’da toplanan G8’e karşı protesto gösterisine katılan genç arkadaşlarıma açıklayacaktım: Polise, eyleme müdahale sırasında herhangi bir zamanda, önceden belirli bir sayıdaki kişiyi tutuklama emri gelir. Bu düşük maaşlı zavallı şeytanlar, şiddet eylemlerinde bulunan göstericilerin yolundan çekilip, hiç bir direnç gösteremeyen, belki de gösterici görüntüsü bile vermeyen, yalnızca yoldan geçmekte olan şanssızlara çullanırlar. Birçok ülkenin asayiş güçlerinde öfkeli bir korkaklıktan kaynaklanan bu tür davranış biçimi tipikleşmiştir.
2001 Haziran’ında Cenova’da bu apaçık görüldü: polis, bir okul binasında gecelemekte olan yüzlerce genci tutuklayıp Bolzaneto kışlasına götürdü. Burada bu geçler adamakıllı aşağılandılar ve kötü davranış gördüler. Polisler duruşmaya çıkarıldılar; duruşmadan haklarında beraat kararı çıktı.
Geceyi tutukevinde geçirdim. Sabah serbest bırakıldık. O geceki tutukluluğumda klostrofobimi keşfettim. Daha önce hiç tutuklu olmamıştım ve ne zaman bırakılacağımızı bilmiyorduk. Belki de bırakılmayacaktık! Bu hıncahınç dolu kafeste kaç saat, kaç gün geçirecektim? Görevliye seslendim ve zorlukla konuşuyormuş gibi yaparak kalp hastası olduğumu söyledim. Aslan yelesini andıran uzun, kabarık saçlarım, karaya vurmuş balık gibi görünmeme engel olamadı. Görevli kalbinin yumuşamasına karşı koymadı ve beni başka bir boş hücreye aldı, kapıyı da açık bıraktı. Ne zaman uçakla yolculuk edecek olsam, uçağa girmeden önce klostrofobi krizine yakalanırım: ‘’bu delikte oturmaya dayanabilecek miyim?’’ sorusuna Paris’te tutukevindeki krizin anısı eşlik eder.
Ertesi gün Le Monde’a bir mektup yazdım, başıma gelenleri anlatıp, olanları kınadığımı bildirdim. Bu günlük gazete mektubumu basmadı. Ama benzer öykülere ve haberlere yer veren başka gazeteler bastılar. Benden yirmi yaş kadar büyük bir Fransız arkadaşım, Mireille şunu söyledi: ‘’Le Monde’a yazmakla iyi yaptın. Er ya da geç buradaki bütün ileri gelen yabancılar Le Monde’ bir mektup yazacaklardır.’’
Napoli’nin yoksul halkının delikanlılarının ağzında şöyle bir deyiş vardır: ‘’Erkek olmak için üç şey lazımdır: askerlik yapmak, bir sokak kadını ile yatmak ve en az bir geceyi kodeste geçirmek.’’ Asker olmamıştım, sokak kadınlarına hiç yaklaşmamıştım, ama kodeste bulunduğumu söyleyerek avunabilirdim; demek ki yirmi yaşımda üçte bir erkek sayılabilirdim.
Cumhurbaşkanı Sarkozy hepimizin bildiği gibi Papa’nın sempatisini kazanmıştır. Bir konuşmasında, ’68 mirasının, özellikle de bu mirasa temel olan ‘görecelilik’ ilkesinin gömülmesi gereğini dile getirdi. Bunun saçmalığı hemen ilk bakışta görülür: O zaman atılan nutuklarda görecelilikten eser bulunmazdı, tam tersine söylemde mutlaklık egemendi. (“Tarih her zaman sınıf çatışmalarının tarihi olmuştur”, “Devrimci proletarya bir yana, burjuvazi ve emperyalizm diğer yana” vb.) Ama belki de mutlaklık, bizim en uç esrimemize paravan olan dış yüzdü, radikal, coşkulu bir sekülerleşme özlemimize. Hem Papa Ratzinger, hem de Sarkozy için ‘görecelilik’, sekülerleşme denen şeyin, yani modernizmin en özgül özelliğinin karalanmasının bir aracı anlamına geliyor.
Bizler nihilistler de değildik. Nihilizm en yüksek değerlerin hiçbir işe yaramadıkları kanısını taşır. Oysa çok açıktır; bizim bir kutup yıldızımız vardı ve bu devrimdi. Biraz kafası karışık olsa da, yine de net bir tasarım, mesihvari bir kurtuluş umudu, aynı zamanda da gelecekteki bir yaşam biçemi. Gerçek nihilizm devrimi dışlar, evet, hüküm süren şimdiki zamanla uyuşur, böylelikle sonunda, gerçeği olduğu haliyle kabullenmeye bağlanmıştır. Gerçek bir nihilist aile kurar, bilişimci olarak çalışır, akrabalarını yemeğe davet eder, Pazarları kilisede messe dinler, kısacası, mutlu biri görüntüsü verir. Gerçek nihilist hiçbir şey ummaz, oysa bizim teoloji kökenli bir erdemimiz, bir umudumuz vardı: Hak ve gerçek olan bir toplumun sabırsız beklentisi; hak olduğu için gerçek, gerçek olduğu için hak olan bir toplum.
Eğer 68’i tüm Marksist üstyapısından soyutlarsak, uzun bir yolu ardında bırakarak biçimlenmiş bir düşünsel yapıyla karşılaşırız: Verili bütün hiyerarşilerin ve tüm biçimleriyle otoritenin reddi. Yani kısaca: özgürlükçü ve liberal, muştulu mesaj.
Anarşizm hareketi önceleri hiç sözü edilmeyen bir şeyken, ’68 Mayıs’ında ortaya çıkışı bir rastlantı değildir. Bulvarlar yarı Marksist, yarı anarşist kırmızı ve siyah flamalarla doluyordu. Fransız Mayısının simgesi olan Cohn-Bendit kendisini açıkça bir anarşist olarak ilan etmemiş miydi? Düşman değişmişti; Şimdi anarşizmin baş düşmanı kapitalizm değil, tüm biçimleriyle devlet ve her türü ile taşlaşmış hiyerarşi idi. Yanısıra, zamanın en saygın Marksisti Louis Althusser ‘devletin ideolojik araçları’nın analizindeki başarısıyla sivrilmekteydi.  Merkezileşen ve güçlenmekte olan Fransız devleti açıkça kapitalizmden daha sevimsiz bulunuyordu. Gerçek düşman güçlü devletti, De Gaul’cü, Jakoben ve komünist biçimleriyle devlet, ya da polis devleti. Şu da var ki, devletin reddi yalnızca anarşizmin fizyonomisine değil, liberalizminkine de aittir. Ve anarşi, liberalizmin bir biçimi değilse, nedir? (Anarşizmin Birleşik Devletler’de sağda bir radikal hareket olması, Avrupa’daki gibi solcu bir radikalizm olarak algılanmaması rastlantısal değildir.)  Sosyalist ve komünist gelenekteki  babalarımıza ve büyükbabalarımıza sırtımızı dayamış olarak, özgürlükler talebimizi sınır tanımazca yaygınlaştırıyorduk. Bu biz ‘68’lilerin kendimizi beğenmişliğimiz ve de liberalizmi inanç edinmemizin, açıkça görünür olmayan, dolaylı bir biçimiydi.
Burada, Anna Maria Ortese’nin düşüncesini benimseyen biri olarak şöyle demek isterim: 68’in komünizm temelli, heyecan uyandırıcı yenilikçiliği, bir olağanüstü hal liberalizmi idi; insan ilişkilerindeki kardeşliğin sekülerleşmesine olan bireysel gereksinimi ifade eden evrensel bir hiperbol.  
“Yasaklamak yasaktır”- Şu çok ünlü slogan! Ve bir o kadar da liberal! Bu günümüzde Berlusconi’nin de alamet-i farikası olmadı mı? Felsefenin ‘negatif özgürlük’ diye adlandırdığı şeyi, biz o zamanlar bu sloganla zorla kabul ettirmeye çalışıyorduk. Kısaca söylersek, ‘negatif özgürlük’: Yahudi, eşcinsel, kadın, Müslüman ya da Roman da olsan, Tour d’Argent’a (o zamanların Paris’indeki en lüks restoran) gidebilmektir.
‘Pozitif özgürlük’ ise şöyle ayrımlanır: Orada bir akşam yemeği yiyebilecek param olmasına karşın, yasaklanmış da olsa, kendime Tour d’Argent’ın kapısından içeriye girmeyi yasaklamamdır. Bizim Marksizm’i üstlenişimiz ‘pozitif özgürlük’e odaklanmamıza yol açmalıydı. Oysa biz ‘negatif özgürlük’ün önündeki engellere savaş açmıştık. Bir yanda hayranlık ve sevgi beslediğimiz büyüklerimizden, profesörlerimizden edindiğimiz Marksist geleneğin tarihsel günbatımında tutturduğumuz bir yol vardı. Diğer yanda bireysel isteklerin egemenliği adına dayanışmayı da kendine katan, liberal-popülist bir çığın üzerinde şafak sökmekteydi. Tıpkı aydınlık kuzey ülkelerindeki güneşin geceyarısı batıp, birkaç saniye sonraki şafak olarak yeniden yükselişindeki gibi, günbatımı ile gündoğumunun ışıkları birbiri içine geçişmişti.
Bugünün İtalya’sındaki başarılı sağcı politikanın kendi tabanını ‘özgürlükler halkı’ diye adlandırması da rastlantı değildir. 40 yıl içinde sol anarşizmin gizli öncülünü koruyuculuğumuz, sağ anarşizmin gizli önceliğine kaydı. Öğretmenlerini seçme ve reddetme haklarını isteyen öğrencilerin o zamanki gösterilerini anımsayalım. Geçen 40 yıllık zaman içinde anglo-amerikan liberalizminden giderek daha çok etkilenmiş olan yüksek öğrenimde belirleyici olanın, öğrencilerin kendileri olduğu görülmemiş midir? Bugün bir profesörün atanması ya da görev yerinde çalışmasının devamı, İtalya ve Fransa gibi ülkelerde, öğrencilerin doçentlere ve profesörlere verdikleri nota bağlıdır. Bugünün öğrencileri paralarını ödeyen tüketiciler; sonuçta onlar kendi öğretmenlerini kendileri belirliyorlar. En az yirmi yıldır, kendileri kadar iyi bilgisayar kullanamayan öğretmenlerine pek de saygı duymaz oldular ve bu öğrenciler ne manken, ne de gazeteci olmak isteyenler. 68’in en radikal beklentilerini bile epeyce aşmış olan bir sonuç. Politikacıların da, gücün papazları olarak, kutsal auraları hiç kalmadı; tam bizim o zamanlar istemiş olduğumuz gibi, medya tarafından alaya bile alınabiliyorlar, popülerlikleri en alt değerlere düşebiliyor.
Eski Romalılar ‘potestas’ ile ‘auctoritas’ arasındaki ayrımı iyice belirlemişlerdi: Birincisi, kişinin edindiği belirli bir pozisyondan kaynaklanır. Diğerinin kökeni ise salt varoluşsal roldedir; baba olmanın, yaşlı bir büyük olmanın özelliğindedir. Ya da Tanrının tanrısallığının. 68 de benzer bir ayrımı güdüyordu ve antiotoriter idi; bizler güçlülerin gücünü otoritelerinden ayırmak istiyorduk. Güçlülerin artık otoriteleri yoktu. Onlar, ya zengin oldukları, ya seçilmiş oldukları, ya da bir madalya, bir nişan edinmiş oldukları için güçlüydüler. Peki gerçek otorite kime layık görülmelidir? Kişinin bulunduğu pozisyonun gücünden değil de, ne olduğundan kaynaklanan gerçek otorite. Bugün buna, günümüze de bakarak, şöyle bir yanıtım olurdu, ki bu da 68’in hep süregelmiş ve biraz da rayından çıkmış bir sonucudur: Gerçek otorite ‘çoğu’na layık görülebilir. Bu bizim düşümüzdü. Bir kısım elit tarafından değil de, ‘çoğu’ tarafından yönetilen bir toplum.
Bugün yetkili güç halktan gelmez; Halk artık transandantal bir kategori olmuştur. Bu güç bu ‘çoğu’ dediğim şeyindir. Burada sözünü ettiğim şey ‘çoğunluk’ değildir; bir yönetim yurttaşlarının salt çoğunluğunu neredeyse hiç temsil edemez; bu temsiliyette hep bir görecelilik vardır. Yine Eski Roma’dan alırsak, ‘plerique’, yani ‘çoğu’, otorite ve saygınlık edindirici bir sayı demektir. Geçerli olan bu ‘çoğu’nun istediği şeydir. ‘Çoğu’ senin kitaplarını satın alırsa, büyük bir yazar olarak görülürsün. ‘Çoğu’ seni sevimli bulursa popüler bir politikacısındır. ‘Çoğu’ seni tanırsa, sen bir VIP’sindir. ‘Çoğu’ seni televizyonda görürse, ‘varolur’sun. Demokrasi bugün ‘plerikrasi’ye dönüşmüştür. İstediğimiz bu değil miydi? Ya da bu muydu?
O zamanlar ‘açık çift’ kuramsallaştırıldı ve uygulamaları da zaten yaşanıyordu. Bu tasarım da köküne kadar liberaldir. Henüz tanımadığımız Karl Popper açık toplumu anlatmıştı. Bu da bizim ‘açık çift’ tasarımımıza el veriyordu. Elbette 68’li genç çiftler arasında da tutku ve hatta kıskançlıklar yaşanmaktaydı, ama bunlar hoş karşılanmıyordu; serbest cinsellik, cinsel yaşam trajedisi yaratmamalıydı. Seks bir eğlence, bir oyun olmalı, asla ciddileşmemeliydi. Çünkü ciddi olan tek şey, bizim yaptığımız tarihti. Çift, serbest değişme anlayışıyla yeniden tanımlanıyordu; annelerimizin ve babalarımızın çifti koruyuculuk tutumlarına karşı bir alternatif geliştiriyorduk.
Geçenlerde benim yaşımdaki biri şöyle dedi: “68’e katılıyordum, çünkü kız tavlamanın en iyi yoluydu.” Bu, bütünüyle yanlış sayılmazdı. Gerek önceleri, gerek 68 sırasında ve sonrasında, yaşıtımız kızları tavlamak için dansa gidilirdi. İtalyan genç erkeklerinin baleyi küçümseme adeti, beni zamanın moda danslarını öğrenmekten alıkoyamamıştı. Lokallerde ‘slow’ dans ediliyordu, yani birbirine sarmaş dolaş. Hiç tanımadan dansa kaldırdığımız kızın dansın sonundaki teşekkürü, dansa mı, yoksa cinsel olarak arzulanıyor olmasına mı yorulmalı, pek anlaşılmazdı.
Bizler ‘farklı’ydık, ille de cinsel uyarım olmaksızın, yalnızca yol arkadaşı olmak bile, bizler için yeterince ayartıcı olurdu. Toplantılardaki ‘yoldaş’ kızlarla karşılaşmalar, bizim ‘soyut tutkularımız’a karşılık verebilecek kızları, öyle uzun uzadıya uğraşmadan bulabilmemize, hiç değilse kuramsal olarak olanak yaratıyordu.
Şöyle denebilir: 68 batıda, bir yüzüyle tarihsel başarısına erişmiştir: cinsel özgürleşme. O zamandan bu yana karşı cinsler arasındaki ilişkiler değişmiştir. Kadın-erkek eşitliği önemli bir ilerleme göstermiş, homoseksüellik belli bir hoşgörü kazanmış, kürtaj yasallaşmıştır. Ortaçağa ait ‘kurala uygun aşk’ tutumuyla sürdürülmekte olan bekaretin korunması geleneği, bu yıllarda gerçekten ortadan kaybolmuştur. Kendimizi, çok değil, bizden yalnızca bir on yaş kadar büyük olan, ama cinsel tutumlarıyla geçmiş bir çağda yaşayanlarla karşılaştırdığımızda, attığımız kararlı adımı görüyorduk.
Memleketim olan Güney İtalya’da da, genç kızların bekaretlerini düğüne kadar korumaları, 60’lı yıllarda hala çok önemliydi. 68’le birlikte, birkaç yıl içinde hızlı bir değişiklik yaşandı ve gençlik için bekaret, bu özenle korunması gereken çeyiz, olabildiğince çabuk kurtulunması gereken bir yük oldu. Bu gelenek değişikliği, kadınların edindiği, önceleri salt erkeklere hak görülmüş olan, utanmasız ve çekincesiz cinsel davranışın yaygınlaşması, 68’den önceleri de bazı ülkelerde görülüyordu; öncelikle Lüteryan bir disiplinin iyice içlerine işlemiş olduğu İskandinav toplumlarında bu değişim çoktan başlamıştı. Ünlü cinsel devrim 68’in bir ürünü değildir. Daha çok tersi doğrudur. 68 hareketi, zamanın sekülerleşme ve cinsel demokratikleşme süreçlerini politik bir devrim rengine büründürmüştür. Kaldı ki, bu süreçler daha çok liberalleşme süreçleriydiler.
Gramsci “Tutukevi Defterleri”nde özgür aşk savunucularının işçi hareketlerine getirdiği sorunlar üzerine yazdı. Sosyalistler, uyanık erkekleri ve kadınları, o her şeyden daha önemli olan toplantılarına katılmaya inandırabilmek için yedi gömlek ter dökerlerdi. Oysa özgür aşk savunucuları gelip de sözü aldıklarında, işleri çok kolay olurdu. Sosyalistler ciddi devrim vaazları verdiler, oysa diğerlerinin inandırma uğraşı bir Fars oyunuydu. Gün gibi apaçık olan ise, özgür aşk savunucularının dünyanın büyük bir bölümünde zafere erişmiş olmalarına karşın, sosyalistlerin her yerde yenik düşmüş olmalarıdır. Aşk özgürlüğü tarihsel başarı olarak, bedeli ne olursa olsun ekonomik eşitlik ilkesine üstün gelmiştir. Wilhelm Reich’ın ve Cicciolina’nın (parlamentoya seçilmiş olan İtalyan porno yıldızı) düşüncelerinin, Gramsci’nin ve Mao Tse-Tung’unkilerden  daha inandırıcı olmuş oldukları görülüyor. 
68 hareketinin anti-faşist niteliği de var mıydı? 68, kendilerini, faşizm ve nazizm ile birbirlerinden çok farklı biçimlerde ilişkilendirmiş olan, İtalya, Fransa, Almanya, Birleşik Devletler, Çekoslovakya, Meksika gibi birçok ülkeyi sarsmıştı. Biz yirmili yaşlarındaki İtalyanlar için ailelerimizin saygınlıkları ne ise, resistanza (direniş) da oydu: ailelerimizle boy ölçüşmek için yapıyorduk 68’i. Tabii ki ‘direniş’i idealleştiriyor, ya da ona modern anlamlar yüklüyorduk. Onu, Che Guevara ve Vietkong için bir prolog olarak okuyorduk.
1968’de, çok tanınmış olan, haftalık L’Espresso dergisi şakacı bir makale yayımladı; Bizden bir önceki neslin ifade biçimlerinin yeni dildeki karşılıklarını veriyordu. Örnekse, direniş hareketinde olan biri, artık şöyle söyleyemezdi:” Nazi işgalcilerine karşı kurulan piyade siperlerinde partizan olarak bulunmuştum.” Böyle ifade eden biri karizmasını yitirmiş olurdu. Şöyle denmeliydi: “Savaş sırasında, Kuzey İtalya’daki askeri ve politik güçlere karşı birçok gerilla eylemi ve sabotaj hareketi gerçekleştirdim.”
Direniş bizim için, anti-faşist içeriği yüzünden değil de, biçimiyle bir idealdi: “Askeri eylemlere karşı alt sınıfın kavgası”. Direniş konulu filmlere koşa koşa gidiyorduk; ‘halkın silahlı savaşımı’nın seyrinden zevkle etkileniyorduk. Direnişte sosyalist devrimin genel provasını görüyorduk. Ama gözden kaçırdığımız bir şey vardı; katoliklerin, liberallerin, De Gaul’cülerin, nasyonalistlerin ve hatta İtalya’daki monarşistlerin bile kendi direnişleri vardı.
Faşistlerle kavga kopartmak, bizim moda sporumuz olmuştu. ‘Nostaljik faşistler’, 90’lı yılların sonlarına değin, Movimento Sociale İtaliano (MSİ) partisinin gettosunda kaldılar. Bu parti, Berlusconi onu 1994’de yönetime alıncaya değin sürekli muhalefet karantinasındaydı. MSİ’nin kavgacı kolu sürekli olarak bizden birini dövüyordu, peşinden de biz onlardan birini döverek öcümüzü alıyorduk. Ya da tersi oluyordu. Bu sokak kavgaları, hemen önümüzdeki bir gelecekte ve de kaçınılmaz olarak gördüğümüz ‘silahlı savaşım’ uygulamalarının arenasıydı. (70’li yıllardaki terörizm ile, ‘silahlı savaşım’ ciddi bir gerçeklik olarak ortaya çıktığında ise, aramızdan birçoğu onu yadsıdılar: ‘Silahlı savaşım’ hep gelecekte kalmalı, hiçbir zaman şimdi de gerçekleşmemeliydi.)
Faşistlerle tutuştuğumuz sokak kavgalarında, biraz da dövüşmenin eğlendirici tadını çıkarıyorduk; onları bizim asıl düşmanlarımız olarak görmüyorduk. Daha çok geçmişin hayaletleriyle boy ölçüştüğümüz duygusu egemendi. Bu tür bir faşizm bizim için ölüydü. Bizim için gerçek faşistler, Democrazia Christiana (1943’den 1993’e kesintisiz yönetimde olan parti), endüstrileşmiş büyük sermaye, Amerikan emperyalizmi, bazılarımız için de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği idi. Kısacası, anti-faşist partiler ve ülkeler, bizim için gerçek faşistlerdi! Anti-faşizm kaslarımızı harekete geçiren bir kışkırtıcıydı ve onunla ilişkimizi, tarihsel bir artığa karşı bir artçı birlik savaşı yürütmek olarak görüyorduk.
Bizim faşizmi değerlendirmemiz çelişkiliydi. Bir yandan, onu kapitalizmin otantik bir biçimi, demokratik maskesinin arkasındaki gerçek yüzü olarak görüyorduk. Öte yandan, anti-demokratik yönetimleri olan, İspanya, Portekiz, Rusya gibi ülkeleri henüz olgunlaşmamış da olsa, kapitalist ülkeler olarak değerlendiriyorduk: Bizim gerçek düşmanımız Amerikan demokrasisiydi. Marcuse’nin, demokrasilerdeki ‘baskıcı hoşgörü’yü kınayan düşüncesini aynen benimsemiştik. Faşizm bir yandan kapitalizmin bir gerçekliğiydi, diğer yandan ise, onun henüz yontulmamış, kaba biçimiydi. Akıl karışıklığımızın derinliği bu çelişik düşüncelere değin uzanıyordu. Ama böyle bir kavramsal karışıklık ile de pekâlâ yaşanabiliyor. Hepimiz zaten böyle yaşıyoruz.
68 Mayıs’ında Brezilya’lı bir oyuncu, Sao Paulo’da avangard bir tiyatronun divası olan bir kız arkadaşım oldu. Bir yabancı öğrenciler komitesi toplantısında bana çok sevimli bir gülücük atmıştı. Sol yanağındaki kocaman yara bandı gülümsemesinin çekiciliğinden hiç bir şey azaltamıyordu. Bana bir hafta önce Quartier’deki otelinin penceresinden bakarken başına geleni anlattı: Jean Luc Godard caddede sokak çatışmasını filme alırken, birkaç polis üzerine çullanmışlar. Kız arkadaşım bir çığlık atmış: “Godard! Godard!” Bunun üzerine polisin biri yüzüne bir plastik mermi atmış. Ve İtala bayılmış.
İtala, İtalyan asıllıydı ve Che Guevara-Castro yandaşıydı; Bu yandaşlık o sıralarda Latin Amerikalı genç kızlar için nerdeyse bir görevdi. İtala 26 yaşındaydı, bir primadonnanın alışkanlıklarını ve ruh hallerini şimdiden edinmişti; uzun kırmızı ojeli tırnakları vardı, kozmetiğe çok para harcıyordu, bir Brezilya dergisinde  kesintisiz yer verilen fotoğraflarıyla çalım satıyordu. Gerillacı bir kadının inançlılığıyla, hemen önünde duran film yıldızlığının farfarasını sorunsuzca birleştirebiliyordu. Çok kısa bir süre sonra, politik görev üstlenmiş olan Brezilya sinemasında oynamasına, peşisıra da bir telenovela yıldızı olmasına, bir zorunluluktu, diyebiliriz.
Bizim hikayemiz Haziran’a değin sürdü: Haziran’da ben İtalya’ya tatile gittim, İtala Brezilya’ya döndü, böylece her şey bitti. Kısa beraberliğimiz süresince ülkesini öyle uzun uzadıya, öyle yoğun bir duyguyla anlattı ki, yıllar sonra Brezilya’ya gittiğimde, gördüklerime, sanki yine 68 Mayıs’ındayım duygusu eşlik ediyordu. Bana zamanın en ünlü Brezilyalı yönetmeni Glauber Rocha’yı tanıtmıştı. Filmleri o sıralarda Paris’i büyülemekteydi. Estetik eğilimlerimiz her zaman uyuşmazdı, ama Rocha ve Godard’ın en anti-emperyalist, en önemli yönetmenler olduklarında hemfikirdik.
İtala ile harika eğleniyorduk: Her gün aktivist yaşamı, seks, tiyatro, sinema, en iyi restoranlar… İtala’nın benden çok daha fazla parası vardı, kantin ve self-servis arasında mekik dokuyan biri olarak, düşünemeyeceğim restoranlarda bana yemek ısmarlıyordu. Quartier Latin en zorlu günlerde –genel grev ülkeyi felce uğrattığında ve yiyecek maddelerini bulmak zorlaştığında– bile, özgür, ışıltılı bir semt olmayı ve zevk düşkünlerine vaatlerini yerine getirmeyi sürdürebiliyordu. Sinemalar, tiyatrolar, restoranlar hep doluydular. Parçalanmış, yakılmış arabaların görünümüne, cinema d’essai’in önünde, alternatif sinemanın yeniliklerini seyredebilmek için oluşan uzun kuyruklar eklemleniyordu. Kendimizi burada, zerre kadar, kuşatılmış bir kalede gibi hissetmiyorduk, tersine, tüm dünyadan birçok kişinin gelip de, bize hayranlık duyması, ya da bizden ürkmesi gerçeğinin tadını çıkarıyorduk. Birçok yabancı gazetenin manşetlerindeydik. “Mayıs”ta karanlık ya da fanatik bir yan yoktu. Güç, bir dansın, durdurulamayan neşeli bir oyunun ritminde devinmekteydi. “Mayıs” bizim için, içinde nefret barındırmayan, renkli bir yarışma kutlamasına benziyordu.
O yıllarda bize, varsıllık ile yoksulluk arasındaki sınır yok olmuş gibi geliyordu: Az parası olmak, kimseyi tarih yapmakta gösterişli bir biçimde yerini almaktan alıkoymuyordu. Parasız da olunsa, birçok şey yapılabiliyordu, olmadı, çalmayı kendimize hak görüyorduk. Ecole Normale’de profesörlük maaşı olan Althuser’in manik dönemlerinde yaptığı gibi. Zamanın kuralı şuydu: Asla kişilerden çalmayacaksın. Ticari yerlerde, öncelikle de süpermarketlerde, kitapçılarda çalmak serbest. Paris’teki öğrenciliğim 1973’e değin sürdü. Bütün bu yıllar boyunca param hep az olmuştu, yine de yoksunluk ve yoksulluk üzüntüsüne kapıldığımı hiç anımsamıyorum. Yoksul entelektüellerden biri olup da, böylesine pahalı bir şehirde yaşamayı nasıl başarabilmiştim? İşte bunu bilmiyorum! Benim parasal yoksulluğuma bereketli bir yaşam tarzı eşlik ediyordu. Jacques Brel’in şarkısında söylediği gibi: “Bizi yaşatan zamanın havasıydı.” Yeni bir yoksulluk modeli yaratmıştık: Yoksulluk artık soğuk, boş, çıplak, yavaş ve ağır değildi; canlı, kaotik, serüvenli ve cümbüşlüydü. Kışkırtıcı, genç, gösteriye çıkmış bir yoksulluk, kader değil, stigma değil, ama bir tarz olarak yoksulluk.
İtala ile Sen kıyısındaki gezintilerimize bolca zaman ayırıyorduk. O zamanlar gençler Quais köprüsünü işgal ederlerdi; geçişi zorlaştırdıklarını umursamadan yerlere yayılırlardı. Turistik tura çıkan lüks gemilerin önüne basamaklardan atlayıvermek, böylece turizm endüstrisine zarar vermeye çalışmak ve ona karşı nefret gösterisinde bulunmak adetten olmuştu. Quais en çok, çiftlerin egemenliği altındaydı. İtala ile, ikimiz de, mutlu ve heyecanlıydık. Bu kartpostal görünümlü yerlerdeki gezinmelerimizin banalliği, tarihsel olaylara tanıklığımızın arkaplanı ile dengeleniyordu. İtala mini eteği, ben blucinim ile, cinsel uyarımın heyecanıyla kanatlanmış olarak, neşe içinde geziniyorduk. Gerçi aptal bir çift gibiydik, ama, 1917 Kasım’ında Sen Petersburg kanallarında, ya da 11 Eylül 2001’de Hudson River’da gezintiye çıkmış bir çift gibiydik de. İtala ile aramızda olan aşk değildi, bastırılmayan, neşeli bir cinsellikti.
Benim izlenimim şöyleydi: Mayıs’ta çok cinsellik yaşandı, ama gerçek aşk için zaman-mekan yoktu. Kuşkusuz, gerçek bir duygunun oluşabilmesi için, her cinsel ilişkiye transandantal bir aura gerektir. Aşk diye bilinen, cinsel uyarımın bu auradan dönüşmüş olanıdır. Ama şu vardı: o zamanlar aurayı ortaya çıkaran şey, bizim tarihe katılmaya adanmışlığımızdı. Yaşadığımız şeye öyle aşkla bağlıydık ki, bir erkeğe ya da bir kadına aşık olamıyorduk.
68’in gerçek ruhsal ‘patron’unun ne Marcuse, ne Che Guevara, ne de General Giap olmayıp, Friedrich Nietzsche olduğu savını ortaya attığımda, bu genellikle ortamı neşelendiren bir kışkırtma oluyor. Doğru, içimizden pek azı Nietzsche okumuştu. Ama özellikle Fransa’da güçlü bir etki yaratmış olan bir temel düşünce vardı ki, bu Nietzsche’ye aittir: Kurumsallaşmış yaşamın Apollon’ca biçimlenişinin karşısına Diyonisos’un canlılığını çıkararak karşı koymalıyız. Georges Bataille’ın söylediği gibi, katıksız bir harcayıp geçiverme tutkumuz vardı. 68’li düşünürlerinin önemli bir kısmının –Deleuze, Quattari, Foucault, Baudrillard, Vattimo, Negri- Nietzsche’den birçok temel düşünceyi kendilerine dayanak yapmaları rastlantısal değildi.
Zamanın bütün ünlü sanat avangardları, Antonin Artaud’nun sınır tanımaz, ölçüsüz ve trajik sanatçı kişiliğinden esinlenmişlerdir. Zamanın kültürü çelişki yüklüydü. Bu bizim, birbirine derinlemesine zıt iki düşünürün idollerimiz olmasının nedeni olmuştu: Artaud ve Brecht. Bir yanda “yabanıl tiyatro”nun akıldışılığı, diğer yanda “epik tiyatro”nun akılcılığı. Artaud’nun barbar Diyonisos’u ile Brecht’in insancıllığını yansıtan merhamet birbiriyle nasıl bağdaşıyordu? Yalnızca  tiyatro değil, sinema, edebiyat ve sanatın tüm diğer kolları da zıtlıkları birleştirmeye çalışıyordu. Bu da bizi bir yandan belirlerken, diğer yandan bölerek yokediyordu. Bütün çağlar ve kültürler belirleyicileri tarafından parçalanmamışlar mıdır zaten?
Biz Diyonisos’cu Artaud’cular için moral sınırlar olabilir miydi? Bugün olduğu gibi, o zaman da Fransız entelektüelleri, ‘moral’ ve ‘etik’ kavramlarını birbirine karşıtlaştırmak için, Latince ve Yunanca arasındaki ayrımı konu edinmekten yararlanıyorlardı. Ya da şöyle, yazıldığı gibi, belirtelim: moral/etik (buradaki eğri çizgiye daha sonra ‘versus’ denildi). Her ikisinin de kökeni ‘gelenek’ sözcüğüdür. Her ikisinin kökeni aynı olmasına karşın, Latince’den gelen ‘moral’ kavramında küçümseyici, aşağılayıcı bir vurgu geçerlidir. Oysa Yunanca’dan gelen ‘etik’ kavramı bir saygınlık, bir övgü vurgusu barındırır. Bizim için moral, yadsınmış etik demekti. ‘Moral’ deyince, öncelikle akla  gelen cinsel moral ve sosyal ikiyüzlülükler idi. Bizim düşüncemiz amoral etik ile biçimleniyordu.
Diyonisos ekstrem bir sekülerleşmenin dinsel biçimidir. En uç düzeyine kadar geliştirilmiş bir ateizm, sonunda Diyonisos’un tanrısallığını keşfeder. İşte, liberal-kapitalist sekülerleşme ile bizimkinin arasındaki ayrım buradadır: Liberal-kapitalist sekülerleşme kutsal olana yer açmaz, yalnızca parayı ve özel ilgileri korur. Buna karşın biz yaşamı dinsel kavramlarla düşünüyorduk. Ama bizim koruduğumuz kutsal, Papa’nınki ya da Protestan din adamlarınınki değil de, Tarahumara’nın ya da Nambikwara’nın kutsalıydı. Bizim ‘batılı’ ve ‘beyaz’ olan her tür kurumsallaşmış dini reddedişimiz, bir biçimi olmasa da, gücünü bizim duyumsadığımız dinsel bir boyuta gönderme yapıyordu. Bizim apokaliptik tanrımız ‘devrim’ olmuştu.
68in ütopyacı gücü üzerine çok söz söylendi. Eğer ütopyadan anladığımız, gelecek olanın bin yıllık beklentisi ise, aslında bizim nesil kararlı biçimde anti-ütopyacıydı. Bizim asıl uğruna yanıp tutuştuğumuz, Alain Badiou’nun adını koyduğu ‘’gerçeklik tutkusu’’ydu. Alain Badiou’nun deyişiyle ‘’kısa yüzyılımız’’ın ayırtedici niteliğini belirleyen de buydu. Biz planlarla, düş ve isteklerimizle yetinmezdik; düşünceler hemen gerçekliğe dönüşmeliydiler. Acelemiz vardı; başdöndürücü bir hızla gelip geçen şimdiye biçim vermeli ve onu en yoğun haliyle yaşamalıydık, gerekirse, anfetamin, Hint Cannabis’i ve ya LSD yardımıyla. David Rousset’nin söylediği gibi: ‘’Normal insanlar her şeyin mümkün olduğunu bilmezler’’ ve mümkün olan her şey, gerçekleşebilirdi de.
68’in peşisıra gelen on yıllar boyunca pasif olmayı öğrenmek zorunda kaldık. Gündelik yaşamın gereksinimlere boyun eğdiğini, politik-felsefi akla yer tanımadığını anlamamız gerekti. Öyle ki, yıllar sonra şöyle söylüyorduk: ‘’Dünyayı değiştirmek istemiştik, bunun yerine dünya bizi değiştirdi.’’
Bugün her şey bambaşka. Günümüzün en solcu olanı bile, düşüncenin kesinkes gerçekleşeceğine inanmıyor. Bunu yerine, düşünülebilir alternatif olanakları görünür kılmayı görev biliyor. Dekonstrüksiyonun, bu en safından akademik olan uygulamanın moda olması zamanın ruhuna özgüdür: Artık sosyal düzenlerin değil, metinlerin yapı-bozumu söz konusu. Solculuktan arta kalan da bir önceki milenyuma ait. 
68 Mayısı’nın, başkaldırının görkeminden başka, bizde uyandırdığı diğer bir görkem duygusu daha vardı: Bir romanda ya da bir filmde yaşanıyormuş gibi yoğunlaştırılmış yaşam duygusu. Bu zaman-uzam yoğunlaşması, sonunda görünürleşmiş bir sosyal sürecin optik etkisini yaratıyordu. 68 Mayıs’ı, kuramsal olarak uzun sürecek ve karmaşık olan öyküleri, zaman, uzam ve olgu birliğinde, bir aydan biraz fazla olan kısacık bir zamana sıkıştırarak yoğunlaştırdı. Devrim bir düştü. Çünkü devrim bizi tarihin görkeminde yaşatıyordu; Tarihin tanığı olmaya niyetlendiğimizde, onun öncüsü de oluveriyorduk. Görünürlük kazanmamış olan bir savaş ya da ayaklanma, tarihsel anlamına da kavuşamaz. Örnekse, Afganistan’ın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne karşı yürüttüğü savaş, tarihsel olarak Vietnam savaşından daha önemli olduğu halde, yaşantılanamadı. Nedeni ise çok basit: Medya tarafından görüntülenmediği ve böylece tanıklık etmenin bir yolu olmadığı için. Oysa Vietnam bizim savaşımız olmuştu. Amerikan filmleri aracılığıyla, onu bizim davamızcasına yaşıyorduk. 
Bizim ile, politik bir davası olan bizden önceki nesil arasında fizyolojik bir farklılık da vardı. 68 öncesinde, hüzünlü bir yüz ifadesi, tipik bir komünistin işareti olmuştu. Brecht haksızlığa duyulan nefretin yüz hatlarını değişikliğe uğrattığını söylemişti. Komünist çene, yüze sert, başkaldıran bir ifade veriyordu, nefreti (kapitalist dünyanın darkafalılığına karşı) anlatan buruk bir ifadede sabitlenmiş yüz hatlarını yumuşatabilmek ancak çelikleşmiş bir iradenin işiydi. Bu yüzler kemikli oluyordu, gülümsemeyi barındırmazdı ve onlarda melankolik bir eyleme hazır olma hali okunurdu. Buna karşın bizim yüzlerimizde, dünyalılık, başka ifadelere bürünüyordu.Uzun saçlarımız sakallarımız da işin içindeydiler. Bizim yüzlerimizde biraz oyuncu, biraz da yabanıl bir ifade dolanıyordu; Saygınlıktan uzağa düşmüş, sorumsuzca yaşayan bir palyaçonunki ile, olağandışılığı özenle gösteriye sunan bir rok yıldızınınki arasında gidip gelen bir yüz ifadesi. Artık duygusuz eylemlerin hüzünlü sıradanlığı yoktu. Neşeli bir kışkırtıcılığın rengarenk bir gösterisi vardı. Ünlü tarihçi Braudel gibi söylersek: Bir devrimcinin ‘bu iş uzun sürecek’ diyen tarzından ‘olay çıkmalı’ diyen tarzına geçmiştik. Olay çıkmalıydı ki, bütün ateşler sönüp gitsin.
Bugün 68’deki kanılarımın çok uzağındayım. Hal böyleyken, bugün bunları yazdığım sırada içimi oyan bu şey nedir? Bu ruh hali, o günlerde en uç noktasında yaşantıladığım şeyin, aslında bugün hala içimde, benliğimde durduğunu anlatan bir sinyal. Bugün bazı arkadaşlarım sitemli bir bakışla bunu dile getiriyorlar zaten: “Aslında sen hala bir altmışsekizlisin!” Biliyorum, haklılar. Öyleyse, o zamanın politik içeriğinden içimde arta kalan nedir?
Sanırım, buna en belirgin yanıt şu olur: Kurumlara, ki bunların amaçları sonuçta yine kendi içlerine döner, karşı derin bir küçümseme. Biz birçok idol ve mit edinmiştik, ama herhangi bir kurumun, bir partinin, üniversitenin, sendikanın, kilisenin v.b., bizim için saygınlığı asla olmamıştı. En saygın amaçlarımıza aktivist eylemlerimizle eriştiğimiz oldu, asla aracı kullanmadık, bu bizim için gereksiz yük almak olurdu. Reform, amaca ulaşmak adına seçilebilecek en erdemsiz yol, demekti. Altmışsekizli aktivizmi her türlü aidiyetlik söylemine karşı dururdu. Kendini ifade etmek, katılımcı olmak, aktif olmak, bunlar geçerliydi. Ama ‘bir yere aidiyet’, asla! Bizim neslimiz devletsizliği ülküleştirdi; ben aslında devletsiz olarak kalanlardanım.
Beni hala bir Altmışsekizli yapan başka bir şey daha var: Gelenekleşmiş ilişkiler ağı kuran bu yaltaklanmalara, tüm gelenek-göreneklere, kılıktan kılığa giren sosyal uyum ikiyüzlülüklerine karşı nefrete varan bir antipati. O zamanlar en yakın dostunun yüzüne, yaptığı ya da söylediği şeyi beğenmiyorsan, bütün açıklığı ile söyleyebilirdin, hatta söylemeliydin. Dürüstlük harekete katılan herkes için başat ilkeydi. Kırk yıl sonra, bugün, böyle davranamamak bana hala çok zor geliyor. Bir akşam yemeğinde biri boş konuşmaya başlarsa, “hey, saçma sapan şeyler bunlar” demekten kendimi alamıyorum.
Bence 68’in bize kazandırdığı en büyük özgürlük, sokak gösterileri, grevler, serbest cinsellik falan değildi; hangi durumda, kimin yüzüne karşı olursa olsun, düşündüğünü açıkça ve doğrudan söyleyebilmek özgürlüğüydü. Tersi de doğal olarak geçerliydi: Benim arkadaşlarım da yüzüme karşı korkunç şeyler söylemişlerdi. Ve ben alınmamayı öğrenmiştim. Onların beni eleştirme özgürlüklerinin, benim de yerilme duygusunun yerçekiminden özgürleşmiş olmayı öğrenebilmiş olmamın tadını çıkardığım için onlara şükran duyuyordum. Bugün hala yerildiğimde incinmem. Biri bana rahatsız edici gerçeği söylediğinde, bu niye teşekkür edilecek bir şey olmasın?
Bir süre sonra 68’i yaşayanlar da artık hayatta olmayacaklar. Bu dönem artık bir deneyim olmaktan çıkıp, bir tarih, anıtsal bir yaşantı gömütü olacak. Bu yüzden içimi dökmeli, ışığı sönmemiş deneyimlerimi anlatmalıydım.
Anılarımı anlatırken içimde hüzünlü bir duygu dolanıp duruyor. Sanki zamanı ve olaylarını aslında yeterince yaşamamışım gibi, ıskaladığım şeyler varmış gibi. Geçmiş, ne denli yoğun ve önemli olursa olsun, geçmiş olandır. Geçmiş, geçmiş olmakla sanki bize ihanet etti. Altmışsekiz’i ülküleştirmiş biri için kabullenmesi kolay olmayan şey, aslında bu dönemin bize biraz yanlış bir ders vermiş olmasıdır. Yalnızca, yerine getirilmeyen vaatler ve beklentiler ortaya çıkardığı için değil. Geçmiş bizi hüzünlendiriyor, çünkü yaşamımızın başka türlü olabileceğini anımsatıyor; daha iyi değil, yalnızca başka türlü. Geçmiş bizi hüzünlendiriyor, çünkü her şeyin yaşanmadığını anımsatıyor. Nasıl bir çılgınlık! Sanki her şey yaşanabilirmiş gibi! Ama biz bunu istemiştik: her şeyi yaşamak, dibine kadar, gece ve gündüz, böylece de bitimsiz ölüm denizini kurutmak.
İçinde tüm yoğunluğuyla yaşadığımız bu zaman dilimini ne zaman düşünsem, beni hep bu kaçırılmış deneyim duygusu yakalar. Belki bu, yalnızca benim gibi iflah olmaz bir melankoliğin izlenimidir, belki de 68 olaylarını yaşayan birçok kişi aynı izlenimi paylaşıyordur. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yapıştır!