24 Temmuz 2012 Salı

Hayal Kırıklığının Başkenti


Her şey olup bittikten yıllar sonra anladım her şeyi. Kokoreç yerken hem de. Biramın son yudumunu, kokorecin son lokmasına denk getirmeye çalışırken. Belki de karşıdan gelen otomobilin uzun farlarının ışığının beynime beynime işlemesinden de olabilir, bir aydınlanma. 
“Senin bende anlayamadığın şey neydi biliyor musun Enver?”
“Seninle ilgili her şeyi anladığımı sanıyordum.”
“İşte bu. Kendini romanda sanıyorsun. Her şeyi anlayamazsın.”
O an anlıyorum sanmıştım. Ama anlamadığımı şimdi anladım. Sürekli aforizma çabasındaydım o zamanlar. Ya da öyle düşünüyordum bilmiyorum. O zaman “Senin bende anlayamadıkların ne olacak?” diye düşünmüştüm; ama söyleyememiştim. Bazen böyle olur, insanın nutku tutulur. Dut yemiş bülbül kesilir. Zaten sabahında dut yemişsindir. Böyle bir kara mizahın içinde bulursun kendini.
“Saplantılısın. Senden başka kimsenin bir derdi yok değil mi? Dünyanın merkezi de sensin.”
“Hayır Melda, ne alakası var şimdi?”
“Çok alakası var Enver! Anlamıyorsun.”
Sürekli anlamadığımdan bahsedip duruyordu. Bir sigara yaktım. Ortalık o kadar ağırdı ki, omuzlarım ağrımıştı. Karlı bir Ankara gecesinde, Emekteki evimde oturmuş karşılıklı çay içiyorduk. Çay bitmeden kalkmak istemiyordu. Demlik bitince benden ayrılacağını da bilmiyordum. Radyoda Kardeş Türküler çalıyordu. Yıllar sonra o türküyü bir dizinin sezon finalinde duyunca ağlamaklı olmuştum. Final beni daha çok etkilemişti ama.
“Çay ne kadar samimi geliyor insana değil mi?”
“Bırak bu Onur Ünlü laflarını Enver. Biraz kendin ol.”
“Sonuçta Aristo olmasaydı, filozoflar olmazdı. Sonuçta Marx’ın kaynaklarından biri de Hegel’di.”
“Benimle gerçekten felsefe mi konuşmak istiyorsun? O kadar romantiksin ki!”
“Ben sadece…”
“Tamam sus çayını iç.”
Bir keresinde bana “Kaybedeceğini bile bile neden oynamaya devam ediyorsun?” demişti. Ben de ona bir alıntı yapmıştım gene bir yazardan. “Akşama bezelye yaptım.” diyerek konuyu değiştirmişti. Zaten en iyi yaptığı şey konu değiştirmekti.
“Ezan okunuyor radyoyu kıs Enver.”
“Radyoda müzik okunuyor, ezanı kıssınlar.” 
“Ne kadar sığsın!”
Hışımla kalkıp mutfağa gidişine bile hayrandım. Çok güzel gözleri vardı. Radyo Kardeş Türküler’den Neşet Ertaş’a dönmüştü. Bence sorun yoktu; ama Melda Neşet Ertaş sevmezdi. Nedenini hiç söylemedi.
Çok iyi hatırlıyorum saat 01:32’ydi, günlerden yarındı ve uğurlu taşı böbrek taşıydı. Bir şeyler söylemek istiyordu; ama söyleyemiyordu. Cesaretlendirdim.
“Melda?”
“Enver?”
“Bana söylemek istediğin bir şey mi var?”
“En azından haleti ruhiyeden anlıyorsun.”
“Hissikablelvuku diyelim.”
“Modern Türkçe’ye dönecek olursak, Enver ben artık seni eskisi kadar sevmiyorum.”
“Haa…”
“Tüm tepkin bir haa mı Enver?”
Sustum, insan ne diyebilir ki? Ben zaten konuşmayı beceremem. Eğer becerebilseydim, o gece Melda’yı ikna ederdim. Fakat asla beceremedim. Hiçbir zaman kürsüde teklemeden konuşamadım. Babamın karşısında hâlâ kekelerim.
“Enver, ben gidiyorum.”
“Kapıya kadar geçireyim.”
“Aptal! Ben artık hayatında olmayacağım demek istiyorum.”
Bir sigara daha yaktım. Neden böyle oluyordu anlamadım. Aslında o zamanlar anladığımı sanıyordum. Çirkindim, çekici değildim. Sadece arada bir ağzım iyi laf yapardı. O kadar.
Elini yüzüme koydu, o an sanki içimden bir şeyler kaçıp gitti. Anlamsız bir hüzün. Sigaramın külü halıya düştü. İlk maaşımla aldığım halım. Ne kavgalara, ne sevinçlere şahit oldu kim bilir… Melda, gözlerinde bir kaç damla yaş arkasını döndü ve kapıya koştu. Kapıyı kapatırken hıçkırdığını duydum. Bir kaç damla göz yaşı süzüldü yanaklarımdan. Kanatlarım büküldü. “Yere sağlam basıp, kendi yolumda yürüyeceğim.” diyordu. Kalbimin yaraları acı veriyordu.
Yıllar sonra kokoreç yerken anladım aslında beni ne kadar sevdiğini. Ama kendi aptallığımdan kaybetmiştim onu. O gitmemişti sanki ben onu göndermiştim. Sızmak üzere olan arkadaşımı güç bela arabamın ön koltuğuna oturttum. Gözleri yarı açık sayıkladı.
“Enver, neredeyiz?”
“Hayal kırıklığının başkentinde, Haydar.” 

1 yorum:

yapıştır!